Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki sergileri gezerken fark etmişsinizdir; eserlerin altında hiçbir açıklama yazmıyor. Birçok kişi bundan şikâyetçi ama bence bu hâliyle çok kıymetli: çünkü bizi hazır cevaplardan uzaklaştırıp düşünmeye davet ediyor.

Bir eserin karşısında durup “Bu bana ne söylüyor?” diye sormaya, yan yana gelen işler arasında bir bağlam kurmaya çağırıyor.

Benim için bu sergi, tek tek işlerden çok, kocaman bir yerleştirme gibi. Bahçeden salona, tavandan zemine kadar her köşe bir hikâyenin devamı. Ama yine de bir kaç işi seçip paylaşmak, bu büyülü bahçenin yollarında birlikte dolaşmak istiyorum.

Selen Ansen & Eda Berkmen’in küratörlüğünü üstlendiği serginin başlığı “Folia”, Latince’de hem “yaprak” hem de “çılgınlık” anlamına geliyor. Köşkün bahçesi ve odaları da tam bu ruhu taşıyor. Bitkiler, hayvanlar, insanlar ve nesneler… Hepsi zamanla değişiyor, başka hâllere evriliyor. Sergi, bize bu dönüşümün tam kalbinde bulunma şansı yaratıyor.

Douglas White — Siyah Palmiye

Sergi alanına bahçeden girdiğinizde karşınıza çıkan ilk iş, Douglas White’ın dev heykeli “Siyah Palmiye.” İlk bakışta egzotik bir ağaç gibi görünen bu yapı, yaklaştığınızda sizi yanıltıyor: yaprakların yerini araba lastiklerinden yapılmış damarlar almış.

White’ın işi, doğanın en büyük düşmanlarından biri olan plastiği doğanın kendisi gibi karşımıza çıkarıyor. Bu sert karşılaşma, insanoğlunun kendi atıklarıyla yarattığı yeni bir “ekosistemi” işaret ediyor. Heykel, insan eliyle üretilmiş bir maddenin yaşamın dokusuna nasıl sızdığını, hatta manzaranın parçası hâline geldiğini gözler önüne seriyor.

Siyah Palmiye, güzelliğin değil, dayanıklılığın içindeki yok edici gücün simgesi gibi yükseliyor.

Douglas White (d. 1977, İngiltere), doğa, yıkım ve yeniden doğuş temalarını geri dönüştürülmüş materyaller üzerinden araştıran bir sanatçı. Eserleri Saatchi Gallery, Tate Britain ve David Roberts Art Foundation koleksiyonlarında yer alıyor. 

Camila Rocha — Giant Fern

Köşkün içine girmeden, balkondan sarkan koca bir yerleştirme sizi selamlacak: Camila Rocha’nın “Giant Fern”ü, yani eğrelti otu. Fosil çağlardan beri var olan bu bitki, dünyanın en eski türlerinden biri. Dışarıdan dayanıklı görünür ama çapraz kesildiği anda ölür. Sanatçıyı cezbeden de tam bu çelişkidir: gücün ve hassasiyetin aynı gövdede buluşması.

Eğrelti otunun genç sürgünleri önce yanmış gibi kahverengi, sonra mor, en sonunda yeşile döner; bu renk değişimi aslında hayvanların onu yememesini sağlayan bir savunma taktiği.

Rocha’nın formu, doğanın taşıyıcı iskeletini ve insan bedeninin omurgasını çağrıştırıyor.
Köşkün balkonundan aşağı omurga gibi sarkan dev yapraklar, dış cepheyle bahçeyi birbirine bağlayan canlı bir damar gibi uzanıyor — hem güçlü, hem kırılgan.

Camila Rocha (d. 1984, Brezilya), doğanın dayanıklılığı ve kırılganlığı arasındaki sınırları araştıran bir heykeltraş ve yerleştirme sanatçısıdır. Bitkiler ve organik formlar aracılığıyla insanın doğayla kurduğu duygusal ilişkiyi işler.

Rebecca Louise Law — Asılı Çiçekler

Köşkün içine girdiğinizde, Rebecca Louise Law’un çiçekleri sanki dünyayı ters yüz etmiş gibi görünüyor: gökten aşağıya doğru yağan bir orman. Salonun tavanından sarkan binlerce kurumuş çiçek, mekânı rüya gibi bir bahçeye dönüştürüyor.

Kimi çiçekler hâlâ rengini taşırken kimisi solmuş, kimisi neredeyse toza dönüşmüş; ama zamanla hepsi dökülecek. İşte tam da bu geçicilik, onların güzelliğini derinleştiriyor.
Her düşen yaprak, Heidegger’in “faniliğin hakikati*ni fısıldıyor: güzellik, yalnızca var olduğu için değil, yok olacağı için de kıymetli.

Law’un çiçeklere yönelmesinin ardında doğanın döngüsünü olduğu gibi kabul etme arzusu var.
O, kesilmiş çiçeklerin vazoda hızla ölmesine karşılık, onların solma ve kuruma süreçlerini görünür kılarak yaşam-ölüm döngüsünü estetik bir anlatıya dönüştürüyor.

Rebecca Louise Law (d. 1980, Birleşik Krallık), binlerce gerçek çiçekle kurduğu büyük ölçekli yerleştirmeleriyle tanınır. Eserlerinde doğanın geçiciliğini ve güzelliğin zamanla ilişkisini ele alır; çalışmaları Londra, New York ve Tokyo’da sergilenmiştir. https://www.rebeccalouiselaw.com/

Yaşam Şaşmazer — Terra Serpens (2025)

Köşkün orta salonunda sizi karşılayan ve bir sonraki odaya kadar sizi takip edecek olan bir başka yerleştirme, Yaşam Şaşmazer’in “Terra Serpens”i — yani Latinceden çevirirsek sürünen toprak. İşin başlığı bile yeterince açıklayıcı; ama Şaşmazer’in toprağa yaklaşımı bende bambaşka hisler uyandırıyor.

Benim gibi büyülü dünyalara inanmayı tercih edenlerdenseniz, bu toprak parçasının hareket ettiğini duyabilir, ayaklarınızın altında kıpırdadığını hissedebilirsiniz. Korkmanıza gerek yok; yabancı bir his değil bu. Milyonlarca yıldır onunla beraber yaşadık — ta ki medeniyet denen tek dişli canavar, aramıza betondan sınırlar çekene kadar.

Şaşmazer’in işi, toprağın hem besleyen hem de yutan doğasını görünür kılarken, ayaklarımızın altındaki dünyanın hâlâ canlı, nefes alan bir bütün olduğunu hatırlatıyor.

Yaşam Şaşmazer (d. 1980, İstanbul), insan-doğa ilişkisini heykel ve yerleştirmeler aracılığıyla araştıran çağdaş bir sanatçıdır. Genellikle organik malzemeler ve insan figürleriyle çalışır; eserlerinde psikolojik ve çevresel temaları bir araya getirir.

Anne Wenzel — Natürmort / Metamorfoz (Büyük Geyik) (2022)

Köşkün alt katındaki odalarda sizi dev bir sunak karşılaşayacak. Üzerinde ise Anne Wenzel’in “Büyük Geyik”i… Hem mitlerin görkemli hayvan figürünü hem de çürümenin kaçınılmaz estetiğini bir sunak üzerinde izleyiciye sunuyor.

Ters dönmüş bedeni, toynakları havada; başı aşağıya sarkmış, göğüs boşluğu açılmış.
Sanki kurban edilmiş, kanı akıtılmış, av sahnesinin sonunda törenle bırakılmış bir adak gibi.

Duvarlardaki av tasvirleri bu kurguyu daha da güçlendiriyor: geyik, insanın hem avı hem de kutsal saydığı hayranlık nesnesi olarak iki uç duyguyu aynı anda taşıyor. Heykel, yalnızca bir ölüm anını değil, ölümden sonraki dönüşüm ve çürüme sürecini de görünür kılıyor.

On yedinci yüzyıl düşünürü Francis Bacon’un “Doğa, her canlıyı hem yaratır hem de tüketir” sözü bu heykelin ruhuna çok yakışıyor. Ama avcıyla av arasındaki eski dengenin bozulduğunu, insanın doğanın parçası olmaktan çıkmış olabileceğini düşünmeden edemiyorum.

Anne Wenzel (d. 1972, Almanya), seramik malzemeyi dramatik, neredeyse barok bir anlatım diliyle kullanan çağdaş bir sanatçıdır. Doğa, güç, yıkım ve yeniden doğuş temalarını işler; heykelleri aynı anda hem zarif hem tehditkâr bir atmosfer taşır.

Fatoş İrwen — Zaman Hasadı (2023)

Serginin sonuna geldiğinizde, sessiz ama derin bir yerleştirme sizi karşılıyor: Fatoş İrwen’in “Zaman Hasadı.” Pamuk, Anadolu’da özellikle kadın emeğinin yoğun olduğu tarım işçiliğiyle özdeş bir bitki. Beyaz, yumuşak, masum görünür ama toplaması zordur; sabır ve emek ister.
İrwen’in yerleştirmesinde ise pamuğun yerini kadın saçı alıyor.

Saç, sanatçı için katmanlı bir sembol; bende ise bu iş, dilimizdeki deyimleri çağrıştırıyor:
“Saçını süpürge etmek”, “Saçını başını yolmak”, “Saçını ağartmak”…  Hepsinde emeğin, çilenin, fedakârlığın ve kadın bedeni üzerinde kurulan politikaların izleri var.

İrwen’in yerleştirmesi, bu topraklardan çıkan emeği karararak gösteriyor; karanlığın içinde ışığı yutan bir gölgeyle karşı karşıyayız. Bu gölge, Dicle Nehri’nin hayaleti gibi akmakta — ama bir türlü toprağa kavuşamıyor. Zamansız bir topografyada hiçbir şey filizlenmeyecek, ölmeyecek ya da doğmayacakmış gibi… Sanki bu son hepimizin sonuymuş gibi.

Fatoş İrwen (d. 1980, Diyarbakır), beden, kimlik, şiddet ve hafıza temalarını işleyen çok disiplinli bir sanatçıdır. Performans, video, yerleştirme ve tekstil üretimleriyle tanınır; kişisel deneyimiyle toplumsal hafızayı iç içe geçirir.

Serginin Ruhuna Dair Son Not

Folia, Abdülmecid Efendi Köşkü’nü yalnızca bir sergi mekânı değil, doğa ile insanın izlerinin buluştuğu canlı bir arşiv hâline getiriyor. Bu sergi, yaprakların çıtırtısıyla aynaların yansımalarını, çiçeklerin solgun kokusuyla seramiğin ağır gövdesini aynı hikâyeye davet ediyor.
Her sanatçı köşkün duvarlarında bir iz bırakırken, izleyiciyi de bu izlere kendi hafızasından bir katman eklemeye çağırıyor.

Adres: Abdülmecid Efendi Köşkü
Küratörler: Selen Ansen & Eda Berkmen
Sergi Tarihi: 21 Eylül 2025 – 1 Mart 2026
Ziyaret Saatleri: Salı – Pazar, 11.00 – 19.00 (Pazartesi günleri kapalı)
Giriş: Ücretsiz. Özellikle hafta sonları yoğunluk yaşanabiliyor; kuyrukta beklemek istemiyorsanız erken gitmeniz tavsiye edilir.

 

Duygu Barlas

Duygu Barlas, Bilge Alkor Koleksiyon Evi ile işbirliği çerçevesinde Narmanlı Sanat projesini hayata geçirdi. Fransız Geçidi’nde konumlanan Narmanlı Sanat’ın ikinci alanı olan deneyim ve sergileme mekanını kurdu. Sanat yazarlarını odağına alan “yazıhane” eğitim programını tasarladı. Bağımsız küratör olarak projeler yürütmekte.