Türkiye’de kültür-sanat alanının güven(ce)sizlik temelinde yükseldiği kaçınılmaz bir gerçek. Bu gerçekliğin içinde, emek veren, emeğinin karşılığını çoğunlukla alamayan ve gönüllü çalışan kişiler var. Aslında uzun zamandır bu şekilde süregelen bir ortamın, içinde bulunduğumuz dönemde görünür hale gelen güvencesiz çalışma koşulları, çeşitli örgütlenme biçimlerinin acilen hayata geçirilmesi gerektiği gerçeğini gün yüzüne çıkardı. Kamusal yapının içinde bugüne kadar yarısaydam olan kültür-sanat emekçilerinin pandemi ile birlikte tamamen görünmez hale gelmiş olması, aciliyet kavramını güvencesizlik kavramının yanına getirdi.

Peki, acil olan nedir? Hemen olması gerekendir. Çoğunlukla sağlık alanına ait bir kavram gibi duruyor bugünlerde. Elbette, sağlık, aciliyetin ve önceliğin temsil edildiği bir alan. Fakat bunu söylerken sıklıkla göz ardı ettiğimiz şey, fiziksel sağlığın yanı sıra ruhsal sağlığa da ihtiyacımız olduğu. En basit haliyle bunu sağlamak için güven duygusuna, huzurlu bir ortama ihtiyacımız var. Burada pandeminin bizi bunalttığı, sosyal hayatımızı askıya aldığı gibi bir şeyden söz etmiyorum elbette. Çünkü bu süreçte durdurulan hayat, aslında kültür-sanat emekçisi için zaten sömürü ve hak ihlalleri ile dolu bir tarihe sahipti.

Burada ilk etapta sözünü ettiğim şey, aslında çok temel bir kaygı; kirayı ve faturaları ödemek gibi. Ayın on beşi, kimileri için bir yatırım zamanı olarak görülürken, kültür-sanat emekçisi olan birçoğumuz için bir kaygı dönemini tarihliyor. Pandemi öncesinde güç bela geçinen, ek iş yapan, hayatını bir şekilde yoluna koymaya çalışan emekçiler, bu dönemde tamamen yok sayıldı. Kimse kusura bakmasın ama burada sosyal olmayan devletin yanı sıra akademisyeninden galericisine, koleksiyonerinden sanatçısına herkesin/hepimizin gözlüğünde problem vardı. Çok uzun zamandır takılı olan at gözlüklerini ne zaman çıkarıp da etrafımıza baktık? Belki de bu süreçte (zaten güvencesiz olan) işi/geliri kaybettiğimizde, yakınımızda olan kişilerin yaşadığı sıkıntılar arttığında ya da artık şahit olduğumuz durumlar tahammül sınırımızı aştığında görmek durumunda kaldık, kimileri hala görmese de…

Durumun aciliyetini ve vehametini gören gözler tarafından paylaşma, dayanışma ve örgütlenme adımları atıldı, en azından denendi. Ekonomik sorunlar bağlamında, pandemi dönemi içinde, belki de en hızlı çözüm arayışına girildi. Bunun mimarı ise Omuz Dayanışma Ağı başlığı altında yer alan, ağı oluşturan ve buna katkı sağlayan herkesti. İlhamını uluslararası bir model olan SOS Relief’den aldığını web sitesinden okuduk. Haziran ayında ilk dönem destek paylaşımını gerçekleştiren ağ, özünde güven kavramına dayanıyordu. Bu çok önemli bir nokta, zira karşılıklı bir paylaşım ağında insanlar, özellikle de destek verenler, karşılığında bir meta ya da prestij beklemeksizin tamamen salt bir güven ağı oluşturdu. Her döneminde farklı kolaylaştırıcılar aracılığıyla paylaşımı, örgütlenmeyi oluşturan Omuz, gerçekleştirilen dönemler içinde sanat emekçilerine, özelinde de görsel sanatlar alanındaki emekçilere maddi destek sağladı ve halen devam ediyor.

Omuz, bir örgütlenme biçiminin öneminin ve aciliyetinin altını çizerken bir yandan da konuşmalar serisi düzenleyerek ağı genişletmeye çalışıyor. Bir sözlük oluşturma çabası içine giren paylaşım ağı, geçenlerde, zoom aracılığıyla gerçekleştirdiği Güvencesizlik ve Aciliyet başlıklı konuşma çerçevesinde, halihazırda var olan kimi tanımlamalara yeni sözcükler önerdi. Bunların içinde dikkatimi çeken, Aslı Odman’ın önerdiği “çalışma acısı” ve “çalışamama acısı”nın yanı sıra hem emek mekânlarını kapsayan hem de dijital bir göndermeye sahip, metafor tadında bir sözcük olan “e mekan”dı. “Çalışma acısı”, emek sömürüsünü kapsarken, “çalışamama acısı” da güvencesizliğe işaret ediyordu. İkisini de tadan biri olarak yerinde bir tespitti bana göre. Diğer taraftan “e mekan”, içine paldır küldür girdiğimiz ve dijital bir kültür-sanat bombardımanına maruz kaldığımız zoom buluşmalarına gönderme yapması sebebiyle ironikti. Sanat ortamının dijitalde tüketilmeye devam etmesini temsil etmesiyle de iyi bir metafordu. Aciliyeti öteleyen bir dijital platform oluştu sanki bu süreçte. Her şeye yetiştiğimiz için sanki hiçbir şey kaçırmıyormuşuz gibiydi önce ama her şeye yetişiyor olmak zamanın akmadığı anlamına da gelmiyordu. Bunu da zoom toplantılarından yıldığımız üçüncü ayın sonunda anladık. Aciliyetler, kapı çalıp da fatura geldiğinde yüzleştiğimiz tek gerçeklik oldu ve olmaya da devam ediyor.

Bu aciliyet kapsamı içinde, örgütlenme biçimi gereği çok sesli ve kapsayıcı olması adına, emek sömürüsü, iş güvenliği, cinsel istismar gibi birçok konunun dâhil edilmesi gerektiğine inanıyorum. Bunlar günlerce haftalarca üzerine konuşulması gereken birer konu olmasının yanı sıra, bu konular aciliyet sırasında ekonomik sıkıntılarla at başı gidiyor. Güven kelimesinin önemini ve aslında hayat akışımızda ne çok şeyi değiştirdiğini/değiştirebileceğini şuraya koyalım. Çünkü aşağıda sıralayacağım tüm sorunlar ‘güven’ ekseninde değerlendirilmesi gereken aciliyetler.

Kaplumbağa hızıyla ilerleyen bir kültür-sanat ortamını daha da geriye çeken sanat yarışmalarındaki eş, dost, akraba indirimi yapar gibi uygulanan eser seçimleri, aynı isimlerin her sergiye seçilerek kısırlaştırılan sanat ortamı, kurumlarda meydana gelen taciz olayları, intihaller gibi bazı durum ve olayları gün yüzüne çıkarıp açıkça konuşulabilecek ortamlar yaratmalıyız. Ekonomik sıkıntılar ile birlikte bu durumların da ortaya çıkarılıp bir hak arayışı yolu açılması gerekli diye düşünüyorum. Bir tarih yazımından söz ederiz hep. Sanat ortamı, steril bir biçimde kendi tarihini oluştururken, sanat eserlerini taşıyan nakliyecinin ya da diğer sanat emekçilerinin gündelik hayatta verdiği yaşam mücadelesi, sanat öğrencisinin yaşadığı kimi zorluklar da o tarihe eklenmeli bence.

Konuşmaktan bir adım öteye gidebileceğimiz ve daha önemlisi sürdürülebilir bir örgütlenme ve dayanışma ağını ne zaman yaratabileceğiz? Akademide yer alan sanat emekçisinin de sömürüye müsait bir konumda bulunduğu gerçeğini kabul ederek, bir kuruma bağlı olmayan bağımsız sanat emekçisinin, haklarını nasıl ve nerede savunacağız? Bu hakları görmezden gelenleri ne zaman adaletin o şefkatli kollarına bırakacağız? Kurumlardaki emek sömürüsüne; öğrencisini taciz eden akademisyene; onu koruyan, konuyu örtbas eden akademisyenlere; olayı görmezden gelerek aynı masada yemek yiyen KADIN akademisyenlere karşı taciz edilen öğrenciyi; titrini ya da oturduğu koltuğu kullanarak mobing uygulayan akademisyene karşı asistanı koruyacak, onlara haklarını ve yol haritalarını gösterecek bir örgütlenme biçimi geliştirmenin çok ACİL olduğunu düşünüyorum.

Hakkını savunamadığımız her emekçi ve hakkımızı savunamadığımız her durum karşısında kültür-sanat ortamının günden güne tekinsiz ve kaygan zemine sahip bir hal alıyor olması kaçınılmaz. Bu yüzden dikey bir yapılanmaya karşı yatay bir örgütlenme modeli yaratmamız ve bunu kültür-sanat kapsamındaki tüm kurum, kuruluş ve bağımsız alanlarda hayata geçirmemiz gerekiyor.

Doğadaki eşsiz düzenden ilham alarak yola çıkabiliriz. Bu düzen, bize bir arada yaşadığımız canlıların mekân ve zamanlarına müdahale etmemeyi, bunun yerine doğal bir akış oluşturup onun içinde devinmeyi, birbirimizi beslemeyi ve bir arada yaşamayı öğretebilir.

 

Gözde Mulla

Gözde Mulla (Akşehir, 1986). Sanat alanında araştırıyor, yazıyor ve üretiyor. Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü’nde başladığı lisansını aynı bölümde devam ettiği Sanatta Yeterlik programı ile tamamladı. Yaşamındaki yer değişikliklerinin etkisiyle birlikte “ev” kavramı etrafında dolaştığı tezini 2019 yılının sıcak bir Haziran gününde Ankara’daki evinde düzenlediği sergi ile noktaladı. Mekân, boşluk, eşik kavramları çerçevesinde ele aldığı çalışmalarına kültür-sanat alanı ile ilgili değerlendirme, eleştiri, inceleme yazıları ve akademik makaleler ile devam ediyor.