Tüm doğaya hükmedebilen bu büyücü
Kendine bu karanlık mağarayı seçmişti saray olarak
Gece bu çıplak ve vahşi mezarların üzerine çöker
Peçesini kaldır gerçek olmayan bir güne
Ve onun beli belirsiz ışıklarını emerken
Sadece gölgelerin taşıyacağı ilişkiler[1]
Mağaradan çıktığını düşünen insan şu an nerede? İçinde bulunduğumuz çağ, bunu sorgulamamıza neden olacak pek çok veri sunuyor bize. Bunlardan birisi Aykut Öz’ün son sergisinde bize gösteri toplumunu işaret edercesine yönelttiği sorunun içinde: “Eğleniyor muyuz?” Bu dönem itibariyle sosyal, coğrafi ve siyasi yapı bir çıkmaz içinde sürüklenmekte ve buna biz de dâhiliz. İçinden çıktığımız mağara ile ilgili bir tereddüt var mı bilinmez fakat yaşadığımız dönemle ilgili büyük bir tekinsizlik olduğuna şüphe yok. “Mağaranın yanlış tarafından mı çıktık, çıkalım derken başka bir yere mi girdik, yoksa zaten mağara başka büyük bir mağaranın içinde miydi?” Bu sorulara cevap vermek zor.
Dahası, hatırlamıyoruz. Mağaranın içini hatırlayan var mı; peki ya dışarıyı? Geçekte ne kadar dışındayız mağaranın? Hatırlamıyoruz; hatta dünü, belki bir saat öncesini bile hatırlayamıyoruz. Çünkü çok hızlı akan bir dönemdeyiz. Her şey son sürat ilerliyor ve bu bir hız treninde giderken etrafı görememeye benziyor. Pek çok şeyi gerçek anlamda görmüyoruz, duymuyoruz, hissetmiyoruz, gerçekten ağlayıp gerçekten gülmüyoruz.
Sürekli bizden daha başarılı, daha mutlu ya da daha iyi olduğunu düşündüğümüz (ki bu çıkarımı da yalnızca sosyal medya hesabından paylaşılan fotoğraflara dayanarak yapıyoruz) insanların gözünden bakmaya çalıştığımız bir hayatı itekleyerek götürmeye çalışıyoruz. Tek bir anı donduran kareler hayatın akışına dair nasıl bir gerçeklik kurabilir ya da daha doğrusu bu fotoğraf kareleriyle nasıl bir gerçeklik kurgulanabilir? İşte doğru kelime bu, kurgu. Kurgulanan yaşamlar, kurgulanan görüntüler aracılığıyla hayatın dolaşım sistemine karışıyor.
İyi kurgulanmış bir kompozisyon (yaşam) her zaman iş görür mü? Tüketim toplumunda oldukça iyi iş gördü ve görmeye de devam ediyor. Hayatı boyunca kendine (“ben” kavramına) bir metre bile yaklaşamayan insanlarla dolup taşan bir dönem bu.
Solda: Aykut Öz, Roller Coaster (2020), karışık malzeme, 10x120x30 cm, sanatçının izniyle.
Sağda: Aykut Öz, Eğleniyor muyuz? sergisinden (2020), Cer Modern Sanatlar Merkezi, Ankara, sanatçının izniyle.
Öz’ün bir eğlence aracı olan hız treni ile metaforlaştırdığı hayat, söylenenin aksine düşme hissinin verdiği tattan çok durdurulamaz bir sürüklenmeye dönüştü. Hızlandıkça sürüklenme de artıyor; tıpkı mekânlar ve zamanlar arası bir sürüklenme halindeki gibi. Bu hızın rüzgârı yüzümüzü tokatlıyor. Binerken eğlenmek istediğimiz kesin, fakat şimdi sağa sola çarpma riski, beyin travmaları, kalp krizi riski var. Bu eğlence bir hayli tedirgin edici olmaya başladı.
Maceranın içinde sürüklenirken hissedilen en yoğun duygu korku mu. Yoksa sinirlerimiz bozuldu ve gülmeye mi başladık? Ah bu ikilem! Güzel ile çirkin kadar zıt konumlandırmalarla sarmalanmışız. Gerçeklik algımızı komple yitirmesek de hız treninin süratiyle birlikte kendi gölgemizi bile göremiyoruz artık. Mağaranın içi de oldukça aydınlık ve o kadar çok şeyin gölgesi düşüyor ki duvarlara… Her şey bu kadar parlakken etrafı görmek zor! Freud, benliğin kopyalanmasının tekinsizlik etkisinin yaratılmasında gerekli bir malzeme olduğunu gösterirken belki de biz bu tekinsizliğin bir temsili olan gölgemizden kaçıyoruz. “Eğleniyor muyuz?” sergisinde sanatçının kullandığı gölgelere rastlamak, bize gölgenin tarih boyunca yüklendiği anlamlardan birini, görünmeyen yönlerimizin temsilini anımsatıyor ve biz belki de bununla yüzleşmemek için eğleniyormuşuz gibi yapıyoruz.
Aykut Öz, Roller Coaster (2020) detay, karışık malzeme (metal, karton, akrilik), 130x96x30 cm,
Cer Modern Sanatlar Merkezi, Ankara, sanatçının izniyle.
Bu bağlamda, “Eğleniyor muyuz?” sergisi, bir eğlencenin aksine mekânın izleyiciyi yutan büyüklüğü ile ona bir tekinsizlik ve kaygı durumunu yansıtıyor. Tavandan sarkan tren rayları ve bu raylarda sürüklenen kuru kafa aslında hiç de eğlenmediğimizin bir işareti. Kullanılan malzemenin (karton, metal) gündelik hayat ile olan bağlantısı, hayatın gerçeklik ile kurduğu bağlantının bir yansıması gibi. Sergideki yapıtlarda ağırlıklı olarak kullanılan kartonun kolayca yırtılabilir, yanabilir olması, sıkı sıkıya tutunduğumuz gösteri dünyasına, tüketim kültürüne ironik bir gönderme yapıyor. İçine çekildiğimiz büyülü dünyanın penceresinden dışarıya bakmaya cesaret ettiğimizde belki de Red Kid gibi kendi gölgemizden daha hızlı silah çekebiliriz.
Bu hareket ve hızla çevrelenmişken eğlendiğini zannetmek işten bile değil. Fakat hayatı ve gerçekliğini fark etmek, onu algılamak için yavaşlamak gerekir. Bazen durup sakince etrafa bakmak ya da sadece birkaç adım geriye çekilmek. Mağarayı, dışına çıkınca görmeye benzer şekilde, merkezden, hızdan, kaostan, sistemden; yani içine çekildiğimiz her şeyden uzaklaşmak gerek. Derin bir nefesi içimize çekip ardından verdiğimizi hissettiğimiz an, gerçek olana yaklaşacağız, yavaş, sakin, duyarak, duyumsayarak…
[1] Stoichita, V. 2006, Gölgenin Kısa Tarihi (çev. Bilge A.), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara.