Ekonomi sözcüğünü ilk kez Antik Yunan filozofu Ksenofon “ev yönetme sanatını” tarif etmek için kullanır. “Ev” anlamına gelen oikos ile “idare/yönetim” anlamına gelen nomos sözcüklerinden türetilen ekonomi, Aristoteles’e göre “krematistik”ten, yani servet biriktirme sanatından farklıdır. 18. yüzyıla gelindiğinde, Isaac Newton’un hareket kanunlarını keşfetmesiyle birlikte bilimsel otoriteye gıptayla bakan bir grup iktisatçı, ekonomiyi fizik gibi “pozitif” ve “rasyonel” bir bilime dönüştürmek üzere arz ve talebin yasalarını açıklamaya koyulur. Piyasadaki hareketleri ifade eden arz ve talep eğrileri bugün de ekonomi öğrencilerinin karşısına çıkan ilk imgelerden biridir ve kökleri 19. yüzyıla uzanan, mekanik dengeyle ilgili hatalı bir metafora dayanır [1]. Aynı dönemde ekonomi-politik alanı siyaset felsefesi ve ekonomi bilimi olarak ayrılır ve değerler ya da amaçlar üzerine konuşmak basitçe “kıt kaynakların yönetimi” olarak tarif edilen ekonomi disiplinin kapsamı dışında kalır.

Böylece, giderek karmaşıklaşan fakat parçası olduğu dinamik karmaşıklığı yansıtmayan ana akım ekonomik model, çizgisel denklemlere hapsoldu ve içine gömüldüğü toplumdan ve dünyadan uzaklaştı. Denklemleri oluşturan unsurlar nüanslarından arındırıldığı ölçüde ekonomi, insana ait bir model olmaktan çıkıp insanın arkasından koştuğu, bu sırada da aslında neden ve nereye koştuğunu unuttuğu bir alana dönüştü. 20. yüzyıl ekonomi düşüncesindeki gelişmeler John Maynard Keynes ve Friedrich Hayek arasındaki fikir savaşlarında somutlaştı. Birbirine karşıt görüşler olsa da her ikisi de “dışsallıklar” olarak kuramların dışında bırakılan ilişkisel etkiler ve toplumsal/ekolojik krizlerle açığa çıkan kusurlu varsayımlar üzerine temellendi. Örneğin ekonominin de içinde konumlandığı ekosistem süreçlerine verilen zarar, “doğal sermaye” ya da “çevresel etki” olarak nitelenerek ekonomik büyüme ölçütünün dışında bırakılır. Oysa zararı gidermek için yapılan harcamalar bu ölçütün içindedir. Büyüme ölçütü, son elli yıllık dönemde mutlak koşul ve hedef halini aldı ve neyin ne için büyüyeceği, gerekli ya da mümkün olup olmadığı yersiz bir soru haline geldi —zira sürekli artan çıktı fikri, ilerleme metaforuyla da uyum içindeydi.

Elbette ekonomiyi tahmini bir mekanik denge üzerinden açıklayan büyüme endeksli paradigmalara yönelik eleştirel yaklaşımlar da (Roma Kulübü’nün 1972 tarihli Büyümenin Sınırları raporundan başlayarak) ortaya atıldı. Fakat belirleyici söylem Margaret Thatcher’ın ünlü deyimiyle “başka alternatif yok,” oldu. Ekonomi alanının yeni bir kavrayışı üzerine çalışan iktisatçılardan Kate Raworth, denge ekonomisinin hakim olduğu yerde eşitsizliğin sadece çevresel bir kaygı haline geldiğini belirtir [2]. Nitekim, 1988-2008 yılları arasında küresel gelirdeki toplam artışın yüzde 50’sinden fazlası dünya nüfusunun en zengin yüzde 5’lik kesiminde toplanırken, tabandaki yüzde 50 ancak yüzde 11’inden pay alabildi [3]. Eşitsizliklerin oldukça belirgin ve sendikalaşma oranının düşük olduğu Türkiye’de ise en zengin yüzde 10’un toplam servet içerisindeki payı 2000 yılında yüzde 66’dan 2018 yılında yüzde 81’e yükseldi [4]. Yani biriken kazançların kısırdöngüsü, orta sınıfların erimesine ve eşitsizliklerin kronikleşmesine neden oldu. Ağırlıklı olarak ekonomik ya da finansal bağlamda tartışılan kriz olgusunun sistemik boyutu ve ekonomik bağlamın kendisi, salgınla birlikte daha geniş çapta sorgulanır hale geldi.

Belirsizliklerin ve toplumsal eşitsizliklerin hızla arttığı kriz zamanları, aynı zamanda mevcut modellerin dönüştürülmesini ve buna yönelik girişimlerin daha geniş kitlelerce benimsenmesini mümkün kılacak bir aralık bırakabilir. Bu, büyüme beklentisini ve talebini üreten, buna bağımlı kılan finansal, siyasal, toplumsal yapıların dönüştürülmesi gibi pek de kolay olmayan, çok katmanlı bir sürece işaret ediyor. Çizgisel mekanizmadan dinamik karmaşıklığa geçişi tasvir edebilecek kavramları, imgeleri, düşünce araçlarını henüz keşfediyoruz. Belirleyici başka bir unsur da karar alıcı pozisyonlardaki kişilerin artık işlerliğini kaybetmiş bir ekonomi kuramına göre yetişmiş (ve koşullanmış) olmaları. Neredeyse iki yüzyıl öncesine dayanan yaklaşımlarla bugünü anlamaya, geleceği tahayyül etmeye çalışıyoruz. Tam da bu noktada –ekonomiyi tekrar yeryüzüne indirmeye çalışırken– disiplinlerarası pratiklerin kritik bir önemi olabileceğini düşünüyorum. Ekolojik süreçlerin yönetimi ve değerlerin müzakeresi olarak ekonomi kavrayışı ancak bunu tahayyül edebileceğimiz ortamlar, deneyebileceğimiz araçlar, ilişkilenebileceğimiz formlarla mümkün hale gelebilir. Örneğin feminist iktisadi coğrafyacılar Julie Graham ve Katherine Gibson, sermaye merkezci yaklaşımın görünmez kıldığı üretim, değişim ve dağıtım pratiklerini “çeşitli ekonomiler” (diverse economies) kavramı üzerinden inceler. Buradan hareketle başlattıkları Topluluk Ekonomileri Kolektifi, sanatçılar ve gıda kolektiflerinin de aralarında olduğu farklı disiplinlerden insanlarla birlikte, ekonomiden ne anladığımıza dair düşünsel çeşitliliğe ve çeşitli pratiklere alan açar. Kolektif ağın bileşenlerinden Centre for Plausible Economies, sanata özgü çeşitli yetkinlikleri yaşamın içinde konumlayarak, ekonomiyi sanatsal müdahale alanı olarak kurgular. Platformun kurucularından küratör Kuba Szreder’e göre sanatın ekonomi-politiğinin eleştirisi, aynı zamanda toplumsal bağlamda ontolojisinin de gözden geçirilmesiyle ilişkilidir [5].

Kathrin Böhm & Kuba Szreder, Icebergian Economies of Contemporary Art – Centre for Plausible Economies & Company Drinks (2020).

Sanatın piyasası, belirli değer ölçütlerini, üretim-dolaşım modellerini ve birbirini kopyalayan yapıları bir şekilde sürdürme üzerine kuruludur. Ancak ekonomi ile piyasa eşanlamlı değildir: Piyasa, ekonomik alanın yalnızca bir kesitidir ve belirli müzakere araçlarıyla işlerlik kazanır. Ücretli emek ve piyasa faaliyeti; değerleri üretme, değişme ve dağıtma biçimlerinin yalnızca görünürdeki kısmıdır. Bu parlak yüzeyin altında çeşitli sanat dünyaları bir arada var olur. Diğer taraftan, maddi karşılığı olmayan emek, basitçe ekonomik dışsallığa indirgendiğinden –ve dolayısıyla açıklama dışı bırakıldığından– çok kolay sömürülür. Sanatçı Gregory Sholette sanatsal üretimdeki emeğin görünmez alanını karanlık maddeye benzetir: Evrenin büyük bir bölümünü oluşturan ama görünmeyen karanlık maddenin kütleçekimsel varlığının onu çökmekten koruması gibi, sanatın görünmez emeği de sanatsal ana akımın yeniden üretimi için vazgeçilmezdir. Ve Sholette’e göre, “bu karanlık yaratıcı faaliyet piyasa için verimli olmayı reddettiği sürece, ancak belirsiz ve dağınık bir direniş uygulamaları arşiviyle bağlı kalır [6].”

Kuşkusuz sosyal ve ekonomik güvencesizlik sanatın ekonomi politiğinin dönüştürülmesi için ele alınması ve çözüm üretilmesi gerekenlerin başında yer alıyor. Türkiye’de kamu desteğinin olmaması ve keyfi uygulamalar karşısında kırılganlığın giderek artmasıyla birlikte güvencesizlik kültür-sanat alanında yaygın bir koşul haline gelmiş durumda. Eda Yiğit’in 150 sanatçının katılımıyla hazırladığı Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar başlıklı raporu bunu pek çok boyutuyla ortaya koyuyor. Araştırmaya göre katılımcıların yüzde 43’ü açlık sınırının altında, yüzde 97’si yoksulluk sınırının altında gelir elde ediyor. Yüzde 31’inin herhangi bir sosyal güvencesi yok. Yüzde 80’i sanatsal üretimlerini gerçekleştirebilmek için başka bir işte çalışması gerektiğini, yüzde 83’ü bir kurum tarafından temsil edilmediğini, yüzde 59’u kolektif, inisiyatif gibi oluşumlarla ilişkisi olmadığını belirtmiş [7]. Bununla birlikte sendika, kooperatif, vakıf gibi mesleki örgütlenme modellerine ilişkin müşterek talepler ve ihtiyaçlar söz konusu.

Bir diğer belirleyici unsurun da kurumlar ile aktörler arasındaki güvensizlik ve geçirimsizlik olduğu söylenebilir. Kültür Hattı projesinin 446 kültür-sanat kurumu ve bağımsız çalışanın katılımıyla hazırladığı ihtiyaç analizi raporuna göre, bu alanda etkinlik gösteren sivil toplum kuruluşlarının yüzde 67’si, özel sektör kuruluşlarının yüzde 64’ü, bağımsız çalışanların yüzde 80’i, eğitim ve akademi kurumlarının yüzde 93’ü pandemi süreci ve kamu desteklerinin eksikliği nedeniyle kurumsal kapasitelerini geliştirmek için yeterli gelir kaynağı yaratamadığını belirtmiş. Sivil toplum kuruluşlarının yüzde 46’sının tam zamanlı çalışanı bulunmuyor. Farklı aktörler arasında işbirliğinin de oldukça az olduğu görülüyor. Her on sivil toplum kuruluşundan dokuzu birbiriyle işbirliği kuruyor, ancak yalnızca dördü bir ağ, platform ya da federasyona üye. Ayrıca katılımcıların büyük çoğunluğu politika üretim süreçlerine dahil olmadıklarını ifade etmiş [8].

Yakın dönemde ortaya çıkan dayanışma modellerinin, platformların, ağların ortak talepler etrafında örgütlenebilmesi için, oluşan ortak reflekslerin aktarılması ve dönüştürülmesi, destek yapılarının çeşitlendirilmesi ve farklı aktörler arası müzakere kapasitelerinin geliştirilmesi gerekiyor. Bu durumda, sanatın ekonomi politiğini dönüştürecek (alt)yapıları oluşturmak üzere sanat ve ekonomi pratikleri nasıl ilişkilenebilir? Ve bu sırada, ekonomi kavrayışının, tahayyülünün ve pratiklerinin dönüşümüne alan açan, sanat pratiğinin kendisi olabilir mi?

 

[1] Kate Raworth, Simit Ekonomisi: 21. Yüzyıl İktisatçısı Gibi Düşünmenin Yedi Yolu (çev. Akın Emre Pilgir), İstanbul: Tellekt, 2019, s. 46.
[2] A.g.e., s. 167.
[3] Branko Milanovic, “Global Income Inequality”, Luxembourg Income Study Center, Temmuz 2014, akt. Raworth, a.g.e., s. 171.
[4] Uluslararası Şeffaflık Derneği, “Türkiye’de Gelir ve Servet Eşitsizliği”, Aralık 2019.
[5] Kuba Szreder, “Towards Interdependent Curating: Beneath the tip of the artistic iceberg”, Company Drinks: Trade Talks, 13 Mayıs 2021. Ayrıca Centre for Plausible Economies eş kurucusu sanatçı Kathrin Böhm’ün bu konu etrafındaki güncel bir konuşması için bkz: Ahali Conversations w/ Can Altay, Episode 13.
[6] Gregory Sholette, Karanlık Madde (çev. Murat Şaşzade), İstanbul: Doruk Yayınları, 2013, s. 338.
[7] Eda Yiğit, Prekaryanın Görünmeyen Özneleri: Pandemi Döneminde Sanatçılar, Haziran 2021.
[8] İKSV’nin UNESCO 2005 Kültürel İfadelerin Çeşitliliği Sözleşmesi kapsamında Türkiye Avrupa Vakfı ortaklığında başlattığı Kültür Hattı projesinin Aralık 2020-Ocak 2021 döneminde hazırladığı ihtiyaç analizi raporuna buradan erişilebilir.

Ezgi Yurteri

Ezgi Yurteri (Ankara, 1992), kültür-sanat alanında çalışıyor, yazıyor ve editörlük yapıyor. Koç Üniversitesi Ekonomi lisansının ardından NABA Milano’da küratöryel çalışmalar üzerine yüksek lisansını, Türkiye güncel sanat ekosistemini İzmir, Diyarbakır ve Çanakkale’de etkinlik kazanan sanatçı inisiyatifleri odağında inceleyen teziyle tamamladı. Çalışmaları sosyal ilişkiler çevrimleri olarak ekonomi, sanat pratikleri bağlamında yerel ekosistemler ve alternatif ekonomiler etrafında şekillenmeye devam ediyor.