Kagura

Japonya; orjinal dilinde Nihon ya da Nippon, yani “ Güneşin doğduğu ülke…” 

“Asya’nın İncisi” olarak adlandırılan Japonya; geçmişin geleceği kucakladığı, ikisinin birlikte harmanlandığı, yerli kültürün en gelişmiş teknoloji ile buluştuğu “Doğu’ya özgü” arı ve zarif kavramlar ile ultra-modern kent yaşamı arasındaki mükemmel uyumu, geleneksel zengin mirasından beslenerek yakalamıştır.

Japonya dendiğinde Zen felsefesi’nden, Japon minimalizmi’nden, gösterişsizlik ekolü’nden, barıştan ve Japonlara özgü “uyum anlayışı”ndan sözetmek mümkün. Japonya son derece özel ve narin bahçelerle özdeşleştirilmekte. Günümüze kadar gelen bu doğa sevgisi sadece tablolarda, heykellerde ve tahta oymalarda değil, sanatın diğer yönlerinde de kendini göstermekte. 

Sanat, Din ve Ritüel

Sanat ve din ilişkisi temelde sorunlu bir alandır. Toplumun ruhsal ve duygusal yaşantısı, mevcut inanç hiyerarşisi altında düzenlenir. Pragmatik sanatsal formlarda fazlasıyla estetik ifade türleri bulunur. Bu durum estetik duyarlılığı anlamak açısından önemlidir. Ancak bu estetik enerjinin temel akışı, inanç kanallarına yönelmiştir.

Antik dönemden günümüze değin sanat ve inanç arasında kurulan bağlar süreklilik arz eder. Sanat eserleri insanların inançlarını ve dini ritüellerini yansıtan birer materyal özelliği sergilemektedir. Eski toplumlarda sanat ile inanç iç içe ve bütünleşiktir. Sanatın inanç sistemine dahil olduğu ve onu yücelten bir dile kavuştuğu sıklıkla görülür. Sanat bir yandan da dini ritüellerin temsili, aktarımı ve tanıtımı açısından da işlevsel bir rol oynar. Sanat ve inanç ilişkisinin bir başka boyutu da inanç sistemlerinin sanatın oluşumundaki rol ve katkılarıdır. Her inanç kendi sanatını besleyen birer kaynağa dönüşür ve sanatkâr da o inancın genel atmosferini eserine yansıtır. Bu bakımdan sanat ve inancın farklı açılardan birbirleriyle ilişkili oldukları, böylece toplumda karşılık buldukları söylenebilir. 

Mantık öncesi dönemde, doğa ve sanat birbirinden ayrı düşünülmemiştir. Doğada bulunan bir nesne sanat işlevi görmüş; bir hayvanın imgesi, hayvanın kendisi kadar gerçek sayılmıştır. Zihinsel ya da duygusal bir durumu ifade eden bir simge, doğal bir nesnenin temsili ya da taklidi sayılır. Ritüeller ise görünmeyeni görünür kılmaya yönelik bir girişimdir. Dış dünya; yani ayinler, törenler ve görülmeyen dünyanın objektif simgelerine yönelik bir bütünleşme görevi yüklenir. 

Bu ritüeller ve festivaller incelendiğinde, zamanlama açısından spontanlıktan uzak olduğu görülür. Mevsimsel değişiklikler, takvimsel bir olay, erginlenme törenleri, düğün, cenaze vb. -diğer bir deyişle uzun zaman öncesinden öngörülebilecek ve özenle hazırlanılacak bir şey- gibi kollektif faaliyetler; yiyecek ve içeceklerin daha önceden bir araya getirilerek hazırlanmasını, kostüm ve maskelerin tasarlanmasını, dans ve şarkıların prova edilmesini, kısacası özenli ve ciddi planlamaları gerektirmektedir. Beden; süslenecek, kostümler giyecek ve maskelenecek bir nesneye dönüşür. Canlıları ziyaret eden ölülerin ruhlarını ve ataları canlandıran maskeler, sınırların kalktığının ve tüm biçimlerin birbirine karıştığının işaretidir. Böylece iki kozmos arasında bulunan bu paradoksal zaman süresinde ruhlarla canlıların iletişim kurmaları mümkün hale gelir. Dans etmek, şarkı söylemek, maskeler takmak ve kostümler giymek, diğer insanları, hayvanları ya da doğaüstü varlıkları kişileştirmek, hikâyeleri canlandırmak, avı yeniden anlatmak… Provalar yaparak özel mekânları ve günleri bu gösteriler için hazırlamak pek çok kültürde görülen ortak bileşenlerdir.

Evrensel uyum açısından sanat, gerçekliğin veya görünenin ardında bulunan nihai gerçekliğin bir temsilidir. Semitik dinlerin aksine, Asya inanç sistemlerinde ise sanat, nesnelerin içinde bulunan tanrısallıkla iletişim kurmak için kullanılan ideal bir araçtır. 

Örneğin; Japonya’da Cha no Yu adı verilen Japon çay törenleri, Taocu dünyevi cennet ruhu içinde kabul edilir. “Hayal evi” adı verilen çay odaları, şiirsel bir sezgi anını yakalamak için inşa edilen kısa ömürlü yapılardır. Süslerden arındırıldığı için “Boşluk evi” adı da verilen bu yapılar “simetrik olmayanı” temsil eder ki bu da hareketi çağrıştırır; izleyicinin imgelem gücü ile dolduracağı bir boşluk bırakmak adına bilerek bitirilmemiştir. Ev sahibinin denetimli sadeliğiyle çerçevelenen bir resim, çiçek düzenlemesi, fokurdayan çaydanlık bir saygı nesnesine dönüşerek sessizliğin geçici varoluşunun gizemini saklar. Konukların bu deneyimi öznel bir biçimde tamamlamasına izin verilir. Böylelikle makro-mikro kozmos arasındaki ilişki kurulmuş olur. Bu tanrısal mucize deneyimi, bir çay evinden diğerine, oradan da tüm ulusa yayılır.

Shinto: Kami no Michi (Kami’lerin Yolu)

Japon kültürünü günümüze kadar incelediğimizde, son bin yıl içinde Budizm’den ve kendi yerel dinleri olan Shinto’dan etkilendiğini görürüz. Shinto’yu mükemmel bir şekilde anlamak, Japon ulusunu ve kültürünü derinlemesine anlayabilmeyi sağlar. Karmaşık bir felsefe ve karmaşık ritüeller Shinto’da yer almaz. Kami’ler Japon yaşamına sinen doğal ve gerçek spritüel güçlerdir. Bir yaratıcı, bir diğer deyişle, yaşamı meydana getiren Shinto ilkeleri; Japon kültürünün, ahlakının, güzel sanatlarının, ailenin ve ulusal yapının temelidir; Japonya’nın sosyal ve ruhsal yaşamını şekillendiren temel unsurlardır.

Dünyanın en eski inançları arasında yer alan Shintoizm, MÖ 7.yy’a kadar eskiye dayandırılabilecek bir milli din karakteri sergilemektedir. Şamanizm ve animizm ile ilgili düşüncelerin, taş devri insanlarının ritüelleri ile bir arada olgunlaşarak, doğanın ve saflığın önem kazandığı bir inançtır. Bu inancın herhangi bir kurucusu olmadığı gibi, kuralları, öncelikleri ve ibadet şartları da yoktur. Shinto, doğal yaşamayı öncüler. Yaşamın önemli parçaları olan doğum, ölüm, evlilik, ekin zamanı gibi büyük olaylar dışında çok fazla ayin ritüeli bulunmaz.

Kalabalıkların şamanik ayinlerde bulduğu şeyi, Oedipal “ilksel baba” rolünü oynayan bir “kabile büyücüsü/şaman”a teslim etme fırsatı olarak gören Freud’un “insanların bir tür coğrafi totemciliği” olarak tanımladığı Shintoizm’de ne mutlak bir doğru vardır, ne de doğru-yanlış kavram çifti mevcuttur. Aslolan, yaşamın sunduğu zenginlikleri kutlamaktır. Shinto ritüelleri dualar ve kamilere sunulan hediyeler aracılığı ile kötü ruhları uzak tutarak arınma amacı ile yapılır. 

Japonlar bu yerli inançlarını Budizm’den ayırt etmek için Shin(神, tanrı) To(道, yol), yani “Tanrıların Yolu” adını verir. Shinto inancı ve Japon mitlerinin bugüne ulaşmasını sağlayan en önemli kaynaklar, Kojiki ve Nihon Shoki adlı; mitlerin (神, shinwa), tanrıların (神,kami), efsanelerin (伝説,densetsu) kayıtlarının tutulduğu, M.Ö. 8. yüzyıldan günümüze kadar gelen kroniklerdir. Bu kroniklerde, Shinto ve Budizm inançlarının bazı yönlerden birbiriyle iç içe geçtiği görülür. 

Budizm öncesi dönemde, toplumsal yapıyı şekillendiren törenler ve kanunlar sistemi olarak da tanımlayabileceğimiz Shinto’nun Japonca’daki karşılığı “Kami no Michi” yani tanrıların Yolu’dur. Kami’ler ruhani olmamakla birlikte, pek çoğu shintai’ye (tanrı bedeninde ikamet eden ruhlar) karşılık gelmektedir. Japonlar, doğa güçlerini kendilerinden çok daha güçlü bulurlar. Bu güçlere duydukları saygıyı belirtmek için de onlara “en yüksek yerde bulunan varlık” anlamına gelen “Kami” adını vermişlerdir. Kami; dağ, ağaç, ırmak gibi doğa varlıkları için kullanıldığı gibi insanlar için de kullanılmaktadır. Japon mitolojisindeki tanrıların beden yapıları insan formundadır. Bu tanrıların biri yumuşak, diğeri sert olmak üzere iki ruhları bulunur. Herşeyi bilmeyen bu tanrılar sadece kendi alanlarıyla ilgilenir, hem iyilik hem de kötülük yapabilirler ama temelde kötü tanrı yoktur. Böylece Kami’nin bizim algıladığımız düzeyde “Tanrı” anlamında kullanılmadığı açıkça görülür. 

Diğer inançlarda “yüce” konumdaki tanrılar sürekli olarak dinsel yaşamın kıyısına itilirler; ancak Shintoizm’deki kami’ler gibi insana daha yakın kutsal güçler, günlük yaşam içerisinde daha ulaşılabilir, daha yararlı ve önder bir roldedirler. Shintoizm’de kutsal olan, sıradan hayatla, ekonomik ve sosyal olaylarla iç içe geçmiş ve böylece işlevsellik kazanmıştır.

Yaratılış Mitleri ve Göksel Simgeler

Dünya mitlerinde gökyüzü daima “aşkın” ve “kutsal” olanın hiyerofanisi olmuştur. Ancak zamanla bu göksel tanrılar yerlerini daha somut, daha dinamik ve üretken  olan atalar tapımı, doğa ruhları ve tanrıları, bereket tanrıları ve ulu tanrıçalara bırakmıştır. Bu rekabetin galibi her zaman bereketin temsilcisi ya da dağıtıcısıdır. Tarımın ve toprak kültürünün ortaya çıkması ile birlikte gök tanrısı yerini güneş tanrısına bırakır. Güneş, toprağın üzerindeki bereketin dağıtıcısı ve yaşamın koruyucusu konumundadır.

Güneş tanrıçası olan Amaterasu, en bilinen ve en güçlü Shinto tanrısıdır. Kardeşi Susanoo ile arasında süregelen bir mücadele vardır. Susanoo da neredeyse aynı derecede bilinen bir tanrıdır ve birçok öyküde adı geçer. Japon adalarının yaratıcısı Izanagi’ye karşı olan kontrolsüz ve öfkeli davranışları yüzünden Izanagi, Susanoo’yu Yomi’ye (Yunan mitolojisi’ndeki Hades’e karşılık gelen yeraltı dünyası) sürgün eder. Susanoo buna razı olur ancak kinle dolar; önce bir işini halletmesi gerektiğini söyler ve Takama ga hara’ya (高天原 , yüksek göklerin ovası) gidip kardeşi güneş tanrıçası Amaterasu’ya elveda etmek istediğini ifade eder. Amaterasu,  kardeşi Susanoo’nun öngörülemez davranışlarının ve niyetinin farkındadır, savaşa hazırlanır. 

Susanoo’ya inanmayan Amaterasu, kardeşine kendi bağlılığını kanıtlaması için bir yarış teklif eder. Kimin daha fazla soylu ve ilahi çocuklar meydana getirebileceğine dayalı olan bu yarışta Amaterasu, Susanoo’nun kılıcından üç kadın; Susanoo ise Amaterasu’nun kolyesinden beş erkek yaratır. Amaterasu, kendi kolyesinden yapılan beş erkeğe hak iddia eder. Bu yüzden, üç kadın da Susanoo’ya atfedilir. Her iki tanrı da zafer elde ettiğini iddia eder ancak Amaterasu’nun zaferdeki ısrarı Susanoo’yu vahşileştirir ve derisi neredeyse yüzülmüş bir midilliyi – midilli, Amaterasu için kutsal bir hayvandır –  Amaterasu’nun dokuma salonuna fırlatır ve katılımcılardan birinin ölümüne sebep olur. Sonrasında sinirlenen Güneş Tanrıçası, kendisini Iwayado mağarasına kapatır ve sonunda karanlık, tüm dünyayı kaplamaya başlar.

Kagura
Resim 1: The god Susanoo throws the Heavenly Horse into the goddess Amaterasu’s loom.

Hagino Yoshiyuki (萩野由之, 1860-1924) – 少年日本歴史読本 第二編 (Shonen Nihon Rekishi Dokuhon, vol. 2)

Diğer tanrılar, Amaterasu’yu mağaradan çıkmaya ikna etmeye çalışır ancak Güneş Tanrıçası oralı dahi olmaz. Neşe, tan vakti ve sevinç tanrıçası olan Ame no Uzume bir plan yapar. Bir ağaca bronzdan bir aynayı, Amaterasu’nun mağarasına dönük şekilde yerleştirir. Sonra çiçek ve yaprakları üzerine giyer, yıkama teknesini devirir ve üzerinde dans etmeye başlar. En sonunda, Ame no Uzume, üzerindeki yaprak ve çiçekleri etrafa saçar ve dansına çıplak olarak devam eder. Bütün tanrılar gülmekten katılır ve Amaterasu meraklanmaya başlar. Dışarı çıktığında, tan vakti aydınlığı gider ve Amaterasu aynada gördüğü güzeller güzeli tanrıça karşısında büyülenir. Ame no Tajikarawo adlı tanrı, Shimenawa (kötü ruhları dışarıda tuttuğuna inanılan kutsal halat) ile mühürlenmiş mağaradan Amaterasu’yu dışarı çeker. Sevinç ve neşe ile çevrelenen Amaterasu böylelikle depresyondan kurtulur ve ışığını tekrar dünya üzerine saçmaya devam etmeyi kabul eder. 

Kagura
Resim 2: Japanese Sun Goddess Amaterasu emerging from a cave. 19th century. Signed: ’Shunsai Toshimasa’ (春斎年昌), title: ’Iwato kagura no kigen’ (岩戸神楽之起顕) – ’Origin of Music and Dance at the Rock Door’, Woodblock print (nishiki-e); ink and color on paper

Tarım, Bereket ve Dans

Bitkilerin yeniden doğum sırrını dramatik bir biçimde ortaya koyan tarım, insan için, diğer faaliyetler gibi basit bir toprak sürme tekniği değildir. Yaşamın çoğalmasını sağlayan tarım, her şeyden önce bir ritüeldir. Bu durum sadece bereketli toprakla ilgili değil, aynı zamanda belli bir zaman döngüsü olan mevsimlerle de ilişkilidir. Kapalı zaman döngüleriyle tarım toplumlarının birbiriyle bağıntılı olması yüzünden, “eski yılın” kovulması ve “yeni yılın” gelişi ile ilgili tören ve ritüeller daima tarım ayinleriyle belli bir uyum içerisindedir. Kozmik ritimler bu törenlerin tutarlı ve etkili olmasını sağlar. Tahılların büyümesine yardımcı olan, kökeni ve biçimi başkalaşıma uğratmaya ilişkin bir dizi töreni önceden gerekli sayan ve çiftçinin çalışmasını kutsayan tarım, aynı zamanda çiftçiyi ölülerin hâkimiyeti altında bulunan bir alana soktuğu için kutsal bir eylem, bir ayindir.

Güneş-bereket-kahraman tapım üçlemesi olan mistik ilişkiler formülünün Japonya’da farklı bir konumda karşımıza çıktığını görüyoruz. Her sene, toprak ve yeraltı tapımı öğelerini barındıran bir senaryo içeren, drama biçimindeki “ziyaretçi” ayini çerçevesinde  “Güneş Şeytanları” adı verilen, yüzleri ve gözleri boyalı gençler çeşitli ziyaretlerde bulunurlar; güneş ataları temsil eden bu gençler bir çiftlikten diğerine, tarlaların tüm bir yıl boyunca bereketli olması için dolaşırlar. 

Shishi-Odori, Iwate Prefecture.
Resim 3: Shishi-Odori, Iwate Prefecture.
Shishi-Odori, Iwate Prefecture.
Resim 4: Shishi-Odori, Iwate Prefecture.

Japon tiyatrosunun kaynağı ise hiç kuşkusuz, dinsel dansların ve tiyatronun atası olan Kagura’dır. Bu dans, Shinto tapınağında düzenlenir ve sanatçıları da Shinto tapınağının dansçılarıdır. Bu danslı dramatizasyonda, tanrıların her an her yerde olduğu anlatılır. Ritüel ağırlıklı ve tapınak bağıntılı bir biçem olan ve şiirsel bir pandomim olarak niteleyeceğimiz Kagura gibi, maske, giysi ve sözsüz oyunla yapılan dansların içinde sonradan Noh ve Kabuki tiyatrolarında izlediğimiz Shishi dansı da yer alır. Ayrıca Budizm’in getirdiği dans türü olan Gigaku ile yine Shinto tapınağından kaynaklanan Bugaku Japon tiyatrosunun asal kaynaklarıdır. 

Antik dönem Japon tiyatrosu’nda ilkel dönemi tanımlayan MS. 6. yüzyıla kadar olan süreç içerisinde doğa ve ölüm gerçeklerinin korkusunu yaşayan halk, tepkilerini Şamanizm ve dinsel ritüeller ile gösterme yoluna gitmiştir. Bu da onları basit ilkel şarkılara, danslara ve taklide götürür. Ayrıca, halk masalları, öyküler ve tarih belgeleri bu danslı dramatizasyonun içeriğini ortaya çıkartmıştır. Özellikle Kagura, insanların tanrılara şükranını belirten ve çok titizlilikle hazırlanan bir gösteriydi. Bu dönemde Japon dram sanatı, kendi içine kapanık ve dış etkilerden uzaktır.

Yiyecek sunularının da eşlik ettiği ayinlerde rahipler, özel eğitimli dansçılar ya da genç kadın hizmetkârlar bu kutsal dansı icra ederler. Geleneksel müzik eşliğinde yapılan bu danslarda ayak hareketlerinden ziyade duruş ve jestlere vurgu yapılır. Kagura, aslen kami’lerin eğlenmesi için yapılan bir sunudur ve Amaterasu’nun mağaradan çıkması için Ame no Uzume‘nin yapmış olduğu danstan kaynaklandığı varsayılır. Bu nedenledir ki dansçılar daima yüzleri tapınağa dönük olarak dans ederler.

7. yüzyılda Kagura gelişmeyi sürdürmüştür. Hatta Kagura’nın bir türünde aktörler yerine kuklalar kullanılmıştır. Bu yüzyılın başlarında Gigaku ile Bugaku da gelişir. Böylece yerel sanat ile özellikle Hint, Çin ve Kore sanatını kapsayan Asya kültürü, Japon tiyatrosu için ilk sentezi getirmiştir.

7. yüzyılın ortalarına doğru, Tang Hanedanlığının, yani saray ve soylularının etkisi ile kendi kültürünü yaratmayı başarır. Duygusal ve simgesel anlatımların gizemli büyüsü Japon sanatına egemen olunca, ünlü klasik roman Genji’nin Masalı bu estetik içinde ortaya çıkar. Bugaku’nun olgunluğa erişmesi de bu anlayışla gerçekleşmiştir. 12. yüzyılda militarist etki yavaş yavaş güçlenmiş ve kentsel ile kırsal kültür arasında bir etkileşim başlamıştır. Kültürel görüşler bir karmaşa ve değişime girer. Budist felsefenin de yaygınlık kazanmasıyla sanat halka biraz daha yaklaşır. Bu dönemin antik dramına yenileri eklenir. Bunlardan en önemlisi Shin (yeni) Sarugaku’dur ve daha sonra saraya özgü Kagurai Mikagura adıyla olgunlaşmıştır. Dansçılar ve kuklalar için Kagura’lar geliştirilmiş, Seino Kagura’sı ile de son biçimini almıştır. Bir önceki dönemde olgunlaşan Gigaku ise 10. yüzyılda gerilemeye yüz tutmuş ve zaman içinde giderek kaybolmuştur. Bunun nedeni ise, Budizm ve yeni dönemin estetik eğilimine uymamasıdır. Buna karşılık Bugaku, Çin kültürüne olan genel tepkiyle gelişmesini sürdürmüştür. Daha sonraki dönemde ise geleneksel saray kültüründen kendine özgü ulusal bir kültür gelişir. Bu arada tiyatro da kavram, yapı, uygulama ve kuramsal açıdan büyük adımlar atmış, bu dönemin tiyatrodaki en önemli temsilcileri ise Noh ve Kyogen türleri olmuştur.

Kaynakça

Birkiye, Selen Korad (2016); “Kendi Kültürünü Dönüştürmek: Japon Tiyatrosu”, Aydın Sanat (sayı:4, sayfa:45-61)
Campbell, Joseph (2013); "Kahramanın Sonsuz Yolculuğu", Kabalcı Yayınevi.
Ehrenreich, Barbara (2006); “Sokaklarda Dans, Kolektif Eğlencenin Bir Tarihi”, Versus Yayınevi.
Eliade, Mircea (2009); “Dinler Tarihine Giriş”, Kabalcı Yayınevi.
Mackenzie, Donald (1995); “Çin ve Japon Mitolojisi”, İmge Kitabevi.
Read, Herbert (2018); “Sanat ve Toplum”, Hayalperest Yayınevi.
Ono, Sokyo (2004); “Şinto, Kamilerin Yolu”, Okyanus Yayıncılık.

Görsel kaynakça

Resim 1
https://en.wikipedia.org/wiki/Amaterasu (Erişim Tarihi: 26.1.2022)
Resim 2
https://en.wikipedia.org/wiki/Amaterasu (Erişim Tarihi: 26.1.2022)
Resim 3
https://yamatopeople.blogspot.com/2017/02/shishi-odori-in-iwate-prefecture.html (Erişim Tarihi: 27.1.2022)
Resim 4
https://yamatopeople.blogspot.com/2017/02/shishi-odori-in-iwate-prefecture.html (Erişim Tarihi: 27.1.2022)

 

Gürkan Aslan

Gürkan ASLAN (İstanbul, 1971), İstanbul Üniversitesi “Sosyoloji” ve İstanbul Üniversitesi “Kültürel Miras” bölümlerinden mezun olup; Halen Işık Üniversitesi’nde “Sanat Kuramı ve Eleştiri” Yüksek Lisans programına devam etmektedir. MIT, Harvard ve University of Columbia’da “Asya Sanatı” ile “Budizm ve Budist Sanat” eğitimleri almıştır. Doğu ve Güneydoğu Asya Sanatı odaklı olmak üzere, Modern ve Post-modern Sanat Estetiği, Sanat Sosyolojisi alanlarında çalışma ve araştırmalarını sürdürmektedir.