Biçim denilen mesele sanatta kişisel bir yerden gelecekse, benim biçimim çok sesli, çok parçalı, farklılıklar içeren, kendi içinde gerilimler taşıyan, birbirinden ayrı elemanların birbirleriyle nasıl buluştuğunu görmek istediğim adeta kendi zihnimin resmi olmalı.

Leyla GEDİZ

Bellek ve anımsamanın, 17. yüzyıl düşünürlerinden biri olan John Locke’den günümüze kadar gelen süreçteki kimlik oluşumunda büyük rolü olmuştur. John Locke’a göre insan zihni, doğuştan gelen bilgilerin olmadığı bir tabula rasadır. Locke, bu yöndeki felsefesini kurarken kişisel kimliği, belleğin oluşturduğunu söyleyerek ilk kişisel bellek kavramının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Modern zamanda, zamanın devamlılığı fikrine karşı çıkışla beraber zamanın ancak bellek sayesinde parçalı algılanabileceği tartışmaları yeni bir bellek literatürü oluşmasını bünyesinde barındırmıştır. Modern dönemin bellek literatürü, günümüzde yeni toplumsal koşullar altında öncekini de kapsayarak ve yenilenerek tekrar kurgulanmaktadır. Geçmiş, şimdiki zaman belleğinde tekrar ele alınarak anlamlandırılır. Belleğin çağdaş sanata yansıması ise otobiyografik anlamda bütüncül bir kimlik algısı yerine, günümüzde belleğin parçalanmasına, gerçeklik ve kurmaca arasındaki sınırları bulanıklaştıran parçalı bir yapı olarak ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Bu bağlamda üretilen işler, izleyicisi ile buluştuğunda toplumsal bellek rollerini geçmişte olduğu gibi değil,  şimdiki anda güncelleyerek ve tekrar  kurgulayarak kendini var etmeye yönelir. 

Sanatçı bunu yaparken toplumun ya da bireyin ne hissettiğine, nasıl düşündüğüne, ne olduğuna odaklanır ve tüm bunlarla empati kurar. Süregelen zamanı anlayabilmek oldukça zordur. Dolayısıyla çağdaş sanat ve sanatçının çabası, belleğin harekete geçmesi bakımından anlamlı hale gelmektedir. Bu süreçte bireysel ya da toplumsal belleğin ya da gündelik yaşamın çeşitliliğinin izleyiciye sanat eseri olarak sunulması, yerel/kültürel kodları, imgeleri, bölgesel meseleleri tekrardan okumamızı sağlamakta ve bu bakımdan bir dökümanter niteliği taşımaktadır.

Günümüzde kimi sanatçılar, otobiyografik ve dolayısıyla coğrafi meselelerini her çeşit sanatla ilişki içinde tutmaktadır. Bu ilişkiyi en başarılı şekilde  kurgulayan  sanatçılardan biri olan Leylâ Gediz, bizi eserlerinde kullandığı formlar ile olasılıklara odaklanmaya çağırıyor. Gündelik eşyalar ile kurduğu ilişki, izleyiciye hem çok tanıdık hem de yabancılık hissi aşılayarak sanatçı, yaşam alanlarımızı belirgin biçimde değiştiren süreçlere dikkat çekiyor.     

2018’de Türkiye’yi terketmek durumunda kalan sanatçı Leylâ Gediz’in aynı yıl Hollanda’da Akıncı Galerisinde açtığı Parabenssergisi, büyük oranda otobiyografik bir hikayenin yansımalarına odaklanıyor. Bu sergide, İstanbul’dan Lizbon’a bir yer değişimi hikayesine tanıklık ediyoruz. Bu hikayenin konusunun başlangıcı olan Parabens’teki resimlerine Türkiye’de başladığını söyleyen sanatçı, “…masanın üzerindeki objelerin birbirinden bağımsız olarak yer aldığını vurguladığı ‘İstanbul Hatırası’ resminin bir alt ismi vardı. ‘Divided We Stand’. Bu aslında meşhur Amerikan deyimi olan ‘United we stand, divided we fall’ cümlesini tersine çevirdiğim halidir. Çünkü Türkiye’de birlikte duramayışımızın sancılarını aktarmak istediğim bir işti. Fakat bir egzersiz olarak da masamın üzerine bir takım şeyleri yerleştirmeye başladım diyerek,  zaman içerisinde bu yerleştirmelerin daha spesifik bir hale geldiğini ve bu şekilde de genel olarak kendi yerlerinden uzaklaştırılmış nesneleri ele almaya başladığını vurguluyor. 

Parabens – Divided we stand (Souvenir d’Istanbul)

Günümüz sanatının çoklu/disiplinlerarası yönünü, mekana özgü yerleştirmeler yaparak sanatçının eserlerinde görmek mümkün. Kağıt/tuval üzerine yaptığı işlerin vurgularını; kahverengi ve beyaz küp şekerlerle ya da gündelik eşyalarla yaptığı yerleştirmeler, anlık düzenlemeler, buluntu heykeller, bir eşya resmi ve video görüntüleri ile destekler. Sanatçının tuval üzerine yarattığı kompozisyonların destek yapılarını ve taşıyıcılarını, aynı zamanda yerleştirme olarak da sergilediğini görmekteyiz. Böylece izleyicinin odak noktasını, resmin merkeziyetinden uzaklaştırarak resmin geleneksel otoritesini ve benzersizliğini kısmen aşındırmaktadır. Malzeme çeşitliliği arttıkça tuvaller de kendilerini yerleştirme, parçalara bölünüp yer değiştirme, mevcudiyet, yokluk vb. etkileşimlerin içinde bulur. Dolayısıyla Gediz’in eserlerindeki çok yönlü, çok katmanlı çeşitlilik hali, obje ve malzeme zenginliği sanatına melez bir karakter katmaktadır. Adeta farklılığın, dışlanmamış çoğunluk fikirlerini bize, alegori ile sunar ve bu şekilde bizi, içeriden dışarıya bakmaya çağırır.  

Parabens – Assemblage II – Table, stools, canvas, drawings, sugar

Leylâ Gediz, Parabens sergisi ile belleğindeki Türkiye’nin son yıllarındaki hegemonik yapısının mutsuzluğunu, sancılarını evrensel olana yaslanarak izleyiciye sunuyor.  Gediz bu sergisinde, öncelikle bir ressam olarak disiplinlerarası çalışmalarıyla tuvalin ötesinde bir zamana ve mekana bizi davet etmektedir. Resimleri, yerleştirmeleri ve videolarıyla bireysel belleğinin yankılarını, odak kaymalarını ve asimilasyon anlarını yansıtmaktadır. Sanatçının sergideki işlerine baktığımızda; neyin ilk ya da son olduğu hakkında bize kesin bir bilgi vermemekte. Sanki arada kalanı bize göstererek, nesne ile izleyici ve gösterilen ile önerilen arasında bir bağ kurduğunu görmekteyiz. Böylece izleyicinin de kendi anlam arayışını ve kendi zihninden geçenleri bir araya getirip, işin içine katılmasını ve sorgulamasını sağladığına tanıklık etmekteyiz.  

Denizens – Genel Yerleştirme

Leylâ Gediz’in Lizbon’da yeni yerleştiği evinde eski sahiplerinden kaldığına inandığı Afrikalı ahşap heykelini, Parabens’in arkasından gerçekleşen Anagram ve Denizens sergileri arasında bir bağlantı olarak okuyabiliriz. Afro-Türk şarkıcı Esmeray ile işbirliğine uzanan bu bağlantı, Afrika diasporası ve eserleri ile sömürgeci ve yeni sömürgeci şiddet politikalarıyla çevrelenen bir dünyaya uzanmakta ve bahsettiğimiz acının sahibi olan, ama ondan etkilenmemiş gibi davranabilen ve bizi ayıran bir ‘fay hattı’nın ortasında birbirimize nasıl yabancılaştığımızdan bahsedilmektedir. Yerinden edilme duygusunu anlayabilmek için illa ki bir yerden fiziki olarak ayrılma zorunluluğuna gerek yok, kafanız ve düşünceleriniz artık kendi yaşadığınız ülkeye ait değilse de bu yabancılaşma hissini algılayabilirsiniz. Kendini bir figür olarak kurmaya alıştıkları zeminin dağılmasına şahit olan sanatçıları; son yıllarda özellikle Türkiye’de yaşanan baskı, sansür olayları, özgürlükçü düşünceye vurulan ketler derinden sarsmış ve yeni söylemler üretmek üzerine ülkelerinden/zeminlerinden uzaklaştırmıştır. Leylâ Gediz’in de yer tahliyesi alma kararı, tam da bu noktada ortaya çıkmıştır. Türkiye’de “hep karanlık” olmasına dayanamayan sanatçı, söyleyecek yeni sözlerinin kalmadığına kanaat getirdikten sonra kültürünü ve toprağının köklerini değiştirme kararı almıştır. 

Anagram – Encounter I 

Yerinden edilme duygusu, kişinin yer ve aidiyet duygusunu, tarih bilincini etkiler ki bu da bizi dağılmış halde olan diaspora gruplarının keşfine iter. Leylâ Gediz de bahsi geçen bu 3 sergide diaspora’nın kendini nasıl etkilediğini, Afrika bedenleri ve eserlerini canlandırarak izleyiciye göstermektedir. Kullanmış olduğu Afrika figürleri, aynı zamanda çocukluğunda yaşadığı İstanbul’daki aile evinden de tanıdık figürler. Sanatçının kendi deyimiyle bu figürler … benim büyüdüğüm evde vardı, babamın Nijerya’ya gittiğinde  aldığı turistik heykelciklerdi onlar. Ben, o zamanlar hiç geri dönüp bakmamıştım, ‘bunlar neyi sembolize ediyor, neyi taşıyor, ne anlatıyor?’ dememiştim. Bu sebeple onları, Lizbon’daki yeni taşındığım evde gördüğümde benim için artık çok daha tanıdık ve geçerli konular haline geldi”. 

Leylâ Gediz’in Afrika heykelleri ile kurduğu bu yakın ilişki; bizi sandalyeler ve masalar gibi her yerden gündelik nesneler ve negatifine ters çevrilmiş, tuvalin yarısının boş beyazlığı da dahil kişisel bir hikayenin yolculuğuna çıkarıyor. Sanatçının müdahalesi ile tuvalin arka planının transparan png dosyası şeklinde sunulması, mekanın gelir geçerliğine bir gönderme gibidir. Aynı zamanda tüm bu nesnelerin farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda bir araya gelmesi, sabit bir bölgeye ait olmayan yabancıların bir araya gelmesini anımsatıyor. Leylâ Gediz, Parabens ve Anagram sergisinde kendi belleğinin yansımalarını, kaybettikleriyle vedalaşarak belki de aynı zamanda onlarla kucaklaşarak, Esmeray’ın ‘Unutama Beni’ şarkısı ile bağırıyor. Çalışmalarının bir kısmına, Türkiye’deyken başlayan sanatçı, Pop müzik ikonu olan Esmeray’ın en sevilen şarkısı ile 1970’ler Türkiye’sindeki çocukluğuna özlemini bize haykırır gibidir.   

Parabéns

O zamanların tanınmış bir Türkçe şarkısı olan “Beni Unutma” eşliğinde görüntü, görüntü düzenleme yazılımının arka planı olan gri-beyaz küp ızgarasına bölünmüştü. Soyut piksel ızgarası büyüdü ve küçüldü, nostaljik bir geçmişin bulunan görüntüleri, genişleyen, delici ızgaraya karşı geriledi ve sonra tekrar bu arka plana karşı hareketli bir görüntü olarak kendini göstererek büyüdü ve böyle devam etti. Afrikalı-Türk şarkıcı-söz yazarı Esmeray’ın figürü video boyunca yer aldı, sadece yokluğu, arşiv fotoğraflarındaki izleri; vücudu yazılımın arka plan resmiyle tanımlanan negatif alanıyla ya bulanıklaştı ya da gölgelendi. 

Sanatçının bu 3 sergide yarattığı melankolik duygu, Denizens sergisinde merkezsiz topluluk biçimlerine yönelerek ütopik potansiyeller üzerinde yoğunlaşır. Denizens, ismini 19. yüzyıl ortalarında artan uluslararası insan ve nesne dolaşımı dolayısıyla ortaya çıkan “denizen” (ikamet eden kişi, bir yerin sakini) teriminden alıyor. Kan bağı ve/veya doğum yeri gibi “doğal” sayılan köklerden bağımsız olarak, yalnızca orada yaşadığı, orda bulunduğu ve oturduğu için bir yere ait olan kişi veya varlıkları ifade eder. 

Denizens

Gediz, günümüzde mevcut kategorilerle uyumlu olmayan, asimilasyona uyum sağlayan ve aynı zamanda buna direnen diasporik varlık üzerinden yeni bir tür aidiyet kavramı üzerine yoğunlaşıyor. Diasporik varoluş, hukuki ve siyasi birlikteliğinin ötesinde koşul eşitliğine dayanan estetik bir alan olarak hayal edilmiş gibidir. Denizens bir resimde veya bir imgede çerçevenin dışında bırakılanın odak noktasından, yer değiştirme halinde sürdürülen bir resim pratiğinin desteklerini oluşturan farkındalıkla, dünyayı yeniden yapılandırmakla ilgilenmektedir. Leylâ Gediz, bu ortamı daha fazla eserlerinde kullanacak gibidir. 2016’dan beri Türkiye’de süregelen, ilk olmayan ama bu defa çok güçlü hissedilen göç dalgasına katılan Leylâ Gediz, kendini yeni bir yerde bulmanın, algılamanın, belirsizliğin ve mesafenin kendi varlığına dokunması ile başa çıkmaktadır. Bununla ilgili karşısına çıkan zorluklardan da beslenerek Türkiye’ye oradan bir bakış atmaktadır. 

 

[1] Henri Bergson’a göre zekâ, gerçekliği donmuş ve ayrıştırılmış olarak kavrar; örneğin zamanı mekanikleştirerek günlere, saatlere böler. Yine aynı yıllarda Vortisist akımının kurucularından Wyndham Lewis, zamanın devamlılığı fikrine karşı çıkıyor ve zamanın ancak bellek sayesinde parçalı algılanabileceğini savunuyordu.

[2] Simon Malpas, the Postmodern (USA: Routledge, 2005), 65.

[3] SEVEN, Aslı. The Long Lasting Intimacy of Strangers, 2019 – https://www.leylagediz.com/bibliography/

[4] https://bantmag.com/3-soruda-denizens-leyla-gediz/, 2019

 

Sinem Pehlivan

Sanat alanında çalışıyor, araştırıyor, yazıyor, üretiyor. Mustafa Kemal Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünden mezun olduktan sonra, İstanbul Kemerburgaz (Altınbaş) Üniversitesinde Sanat ve Tasarım bölümünde yüksek lisansını bitirmiştir. ‘1980 Sonrası Türkiye’de sosyo kültürel - politik ortam ve Protest sanat incelemeleri’ üzerine çalışmalar yaparak tezini tamamlamıştır. Kamusal alanda sanat ve aktivist sanat, mekan ve bellek üzerine çalışırken, diğer yandan kültür-sanat alanında değerlendirme, eleştiri ve inceleme yazılarına devam etmektedir.