Şifa, her an herkesin özlemini çektiği, yerini doldurmaya çalıştığı, bazen ruhunda ve anılarında bazen de bedeninin herhangi bir yerinde varlığına ihtiyaç duyduğu bir arzu kaynağı. Bedenlerimizin yaşama deneyiminde “şifa” edinme olgusu, bireysel ölçekte hayatı sürdürmeye devam etme refleksi / mücadelesi / arayışı halindeyken; toplumsal ölçekte içinden geçtiğimiz, geçmekte olduğumuz ve gidecek daha çok yolumuzun olduğu koca bir oyun. Şifayı toplumsal olarak arayışımızın güç iktidarında açığa çıkardığı yönetim modellerini ve bunun (hastalıkların kendisi ile birlikte) bedenimizi şekillendirdiği, konumlandırdığı, koruduğu veya yönettiği noktaları gözden geçirdiğimizde; pandemi zamanında bu coğrafyada yaşayan bireyler ve toplumlar olarak kendimizi bu “tökezleme-toparlanma ve özgürleşme-disipline etme” oyununun tam merkezinde bulmamız kaçınılmazdır.
“İstanbul’da Şifa Bulmak” sergisi, tarih boyunca açığa çıkmış pek çok salgın öyküsü üzerinden tam da kolektif yaşam deneyimindeki beden-mekân ilişkisini ve sağlık hakkına erişim meselesini araştırıyor. Melis Bektaş küratörlüğündeki sergi; Karşı Sanat, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Metro İstanbul iş birliğinde 2005 yılından beri kullanılmamış olan bir “acil kaçış” tünelinde, Yaklaşım Tüneli’nde gerçekleşiyor. Foucault’nun farklı hastalıklar karşısında açığa çıkan yönetim modellerini hatırladığımızda, cüzzamlı bir bedenin “dışlanmasını” veya vebalı bir bedenin “kapatılmasını” Yaklaşım Tüneli’nin kuytu, kasvetli, karanlık ve rutubetli atmosferinde bedenimizde hissedebiliyoruz. Toplum, “şifa bulma” yolculuğunda tıpkı bu tünel kadar karanlık bir yoldan geçmekte, bu “acil çıkış” tüneline koyulan her eser ise durumun “aciliyetini” betimler nitelikte. Peki gerçekte de bu tüneldeki gibi ışığın tersine doğru bir istikamette, karanlığın içine doğru mu yürümekteyiz?
Toplumun şifa bulma yolculuğundaki demokrasisi, azınlıklar için yarattığı eşitlik ve sağlığa erişim hakkı imkanlarından, bu sağlık mekanlarına olan duyarlılığından/duyarsızlığından kolayca okunabilir. Cemre Gürbüz, Gabriel Doyle ve Naomi Cohen’in “Şifanın Çoksesliliği” adlı çalışmaları bu soruya “cevap bulma” iddiasında olmasa da, yanıtına yaklaşabileceğimiz sulara doğru bizi götürüyor:
“Bu çalışma, İstanbul’un tıp tarihine dair çizgisel bir tarih anlatımından ziyade, beş hastaneyi (Balıklı Rum, Bulgar, Or-Ahayim, Surp Agop ve Surp Bırgiç Hastaneleri), koridorlarından geçmiş ve bahçesinde dolaşmış insanların hikayeleriyle canlandırıyor. Bu hastanelerin yarattığı dünyalardan sızan sözcükleri yeniden keşfe çıkarak İstanbul’da ‘şifa’ arayışını ve onun söz dağarcığını genişletmeyi öneriyor.”
Araştırmanın sunumu ”Hastaneyi Yeniden Arşınlamak” isimli tek kanallı bir video, harita, fotoğraflar, hastanelerden alınmış buluntu nesneler ve yan yana asılmış kavram tabloları ile gerçekleşiyor. ”Zoe“, ”farmakon”, ”bulaşıcı“, ”düşkün” gibi kavramları, azınlıkların kendi dillerinden Ermenice, İbranice, Yunanca ile de görebilmek kapsayıcı bir detay. Sergiye devam edebilmek için tek yol bu tanımlamaların içinden geçmek, farklı ”dışlanma” veya ”disipline etme” öyküleri arasından kendi yolumuzu çizmek. “Şifa arayışını ve onun söz dağarcığını genişleten” kavram şemaları ayrımcılığa referans olduğu gibi, hastanelerin ve hastalık terimlerinin gündelik kullanımlarına da yer vermekte. Bu kelimeler salgın ve pandemi ile birlikte belli zaman dilimlerinde gündelik hayata nüfuz etmiş -ve belki de gündelik hayatı tamamen ele geçirecekler.
Araştırmada pek çok kaynak içinde kişisel arşivlere de başvurulmuş. Bu kişisel arşivlerin sahipleri Lerna Yanık, Elena Uygan, Hristo Kopano, Yusuf Aslan ve Umut Erbaş. Umut Erbaş da sergide “Vakanüvis” (2021) adlı işi ile yer almakta. Yarattığı hayali bir karakter için kendi arşivinden, ailesinden ve çevresinden topladığı 500’den fazla kaydı, fotoğrafları, travmatik olayları ve raporları kronolojik bir sıraya dizerek yeni bir kurgusal geçmiş yaratıyor. Umut Erbaş’ın hayali karakteri üzerinden yarattığı bu hayali bellek, toplumun da bir yansımasını göz önüne seriyor.
Tabi ki de şifa bulma deneyimimiz geçmişimizin travmalarını aydınlatmakla, kolektif zihnimizdeki kavgaları dindirmekle tam olarak bitmiyor. Aynı zamanda bedenimizin, ruhumuz aracılığı ile şekilendirildiği biyo-iktidar yapısının toplum planında birer ”üretken” beden olmamız; ürememiz ve yeni uysal bedenler üretmemiz gerekiyor. Emin Köseoğlu’nun ”Uyku Hali” adlı eserinde ayak mesafesine konulmuş, biçimini arayan bir beden var. Yapıldığı malzeme gereği, kapital sistemin aşındırmaya uğrattığı kimlikler gibi bozulup değişmeye; sabitsiz formlarda devinmeye açık gibi gözüküyor. Aynı zamanda ”uyku” hali ile sistem için işlevsiz olan bir bedenin portresini çiziyor. Eserin karşısında kendimizi bulduğumuz yüksek mesafeli seyir, bize sunulmuş yeni bir iktidar alanı yaratıyor. Bu ”kuş bakışı” mesafeden uyuyan öznenin uyanmasını bekleyen de, biçimine/biçimsizliğine karar veren de biz gibiyiz. Bu uyuyan biçimsizliğin kolayca seçilebilen uzuvları, Biyo-iktidar yapısının toplum planını açıklar nitelikte.
Şifa arayışında biyo-iktidarın bedeni şekillendirme, “kapatma” veya “sıkıştırma” mekanizmalarında verilen tinsel ve tensel mücadeleyi “beden” üzerinden anlatan bir diğer iş de İsmet Köroğlu’ndan “gate 29”. Bedenleri inşa eden -tasarlayan değil, bizzat inşa eden- güç yapısı karşısında sıkışan bir bedenin, mimariyi de işin içine katarak farklı zeminlerde varoluşunu, yıkımını, şifa bulma -ya da yaratma- deneyimini izliyoruz: “…somut ve mimarileşen bir bedenin şifa bulabilir miyim sorusunu soran bir bedendir bu beden.” Bedenin kendi tensel mimarisi ve bedeni içine alan mekânsal mimari ile girmek zorunda olduğu bu yaratım ve yıkım savaşının görüntüleri, bize “güvenli alan” özlemini tekrardan hissettiriyor. Tüm sergiyi saran, alanın tüm enerjisini değiştiren ve diğer pek çok iş ile de etkileşime girebilen, Barış Ergün tarafından bestelenmiş müzik de bu işin önemli bir parçası.
İsmet Köroğlu, “gate 29”, 2021 Video, 3.33’’
Proje ve Tasarım: İsmet Köroğlu / Yönetmen: Çağla Çağlar / Koreografi ve Performans: İsmet Köroğlu / Görüntü Yönetmeni: Emre Kökteş / Fotoğraf: Cihan Bacak / Müzik: Barış Ergün / Grafik:Tunahan Pehlivan / Yönetmen Asistanı: Buse Günay / Kostüm: The Balt Official
Tünelin tamamında yankılanan bu ses, bize mekân algımızı unutturmuşken, Ece Eldek’in “Buluşma” adlı yerleştirmesi algımızı tünelin içinden, altından veya kıyısından geçtiği Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’na taşıyor. Bugün Taksim Meydanı olarak bildiğimiz alanın 16. yüzyılda vebalı insanlar için kullanılan bir mezarlık olduğu gerçeğinden yola çıkıyor. Mezarlıkları tarihsel ve sosyokültürel değişimi bakımından inceleyen iş 17. yüzyıl ile birlikte genel kullanıma açılan ve halkın sosyalleştiği yer ile mezarlıklar arasında büyük bir duvarın olmadığı zamanları tasvir ediyor. Bu tarihlere bakınca ölülerimizin ve ölümü çağrıştıran her detayın gündelik yaşamımız içinde toplu bir sürgüne uğradığını, üzerinin kapatıldığını ve hakkında konuşulamadığını görüyoruz. Halbuki birçok farklı din ve mezhepten Ermeni, Rum, Müslüman mezarlıkları bulundurmuş olan bu alan, 17. yüzyıl insanı için popüler bir piknik alanıydı. Buradaki Katolik ve Protestan mezarlıkların Osmanlı döneminde kaldırılması, bir yandan “sürgün” ve “soykırım” davalarının kökenine de ışık tutarak bunun yalnızca “yaşayan” bedenler üzerine uygulanan bir politika olmadığını; asla ölmeyen “kimliğin”, ölü bedenleri bile sürgün ettirebileceğini bize gösteriyor. Artık daha iyi anlayabiliriz, Taksim’in hangi ölü toprakları üzerine kurulu olduğunu. Bu “mezarlık” topraklarında yaşanmış tüm isyanlar, ölümler ve mücadelelere karşı, bir araya gelişleri merhem olarak gören Ece Eldek’in buluşma alanında zemini dolduran bu toprak da bize “yok oluşların namümkün olduğunu” söylemekte.
Sergide Arek Qaddra, Berka Beste Kopuz, Canavar, Deniz Çimlikaya, Ece Dilek, Eda Aslan, Eda Demirdağ & İrem Nalça, Emin Köseoğlu, İpek Yücesoy, İsmet Köroğlu, Marina Papazyan, Metehan Özcan, SABO, Seydi Murat Koç, Umut Erbaş, Yekateryna Grygorenko’nun eserlerini ve Cemre Gürbüz, Gabriel Doyle, Naomi Cohen’in araştırmasını deneyimlerken her birinin “topluluk” kavramı, oluşu ve deneyimi içinde şifa bulmaya dair yollar ürettiğini ve bir araya geldiklerini görüyoruz. “Topluluk bir varış yeri değil, bir çıkış yeridir. Hatta bize ait olmayan ve asla olmayacak olana doğru hareket ettirir.” demekte Melis Bektaş. Biyo-iktidarı, toplumu ve bağışıklığı irdeleyen eserlerin bağlamlarında ve birbirleriyle olan iletişiminde hissedilebilen dayanışmayı ve güvenli alan sorgusunu, toplumun kendisine bir “tahliye tünelinde” anlatmak girişimi, İstanbul’un kazandığı bu yeni sanat mekânının gelecekteki kurgularını da merak ettirir nitelikte.