Berlin’de yaşayan ve dünyanın çeşitli yerlerinde pek çok projesi bulunan bağımsız küratör Övül Ö. Durmuşoğlu ile mekânsal ve yaşamsal olarak dinamizmi olan projeleri; Die Balkone, Autostrada Bienali ve Survival Kit 12 Festivali hakkında konuştuk. 

Gözde Mulla. Merhaba Övül Ö. Durmuşoğlu. Sohbete öncelikle Die Balkone projesinin ortaya çıkışı ve gelişim süreci ile başlayalım mı, nasıl ortaya çıktı, hangi dinamiklerle gelişti?

Övül Ö. Durmuşoğlu. Die Balkone Joanna Warsza ile birlikte ortaya çıkardığımız bir proje. Joanna ile aynı mahallede yaşıyor ve bağımsız küratör olarak çalışıyoruz. Pandeminin başında genel olarak icinden geçtiğimiz krize cevap verememe, hepimize dayatılan kurumlarda, mekanlarda içerik paylaşılamadiği için bütün içeriği uysun ya da uymasın online üretme meselesi, sokaktan geriye çekilme hali, ikimizin de üzerine soru sorduğu ve cevap vermemiz gerektiğini düşündüğümüz bir durumdu. Pandemi özelinde, durumlar böyleyken, kurumlar bu aciliyete, sanatçıların ihtiyaçlarına çoğunlukla cevap veremezken ve kriz anında farklı çözümler üretemezken biz iki bağımsız küratör olarak ne yapabiliriz diye düşündük. Benim bir süredir aklımda Berlin’in balkonlarıyla çalışma fikri vardı (die balkoneden önce de). Pandemi ile birlikte balkonlar bambaşka bir anlam alanına dönüştü. Ayakta kalma, nefes alma, kamusal ile özelin çakıştığı bölge, kaçış alanı, bir sürü farklı anlamlar da edindi bu dönemde. Joanna Warsza, benim gibi daha çok politik ve sosyal içeriklerle çalışan, daha çok kamusal alanda performatif çalışmalar yapan bir küratör. Bu tecrübesine dayanarak bu fikri ona götürdüm. İkimiz de tam bu noktada konuşurken karar verdik. Bir metin yazalım ve bakalım sanatçılar nasıl cevap verecek. Ama bir yandan da öyle bir şey yapalım ki kendi mahallemizle ilgili olsun, etrafımızla ilgili olsun. Çünkü şu anda en önemli olan şeylerden biri birbirimizle kurduğumuz iletişim alanları. Bütün bu eksiklik ve sınırlama döneminde bunları yeniden, farklı şekillerde nasıl üretebileceğimiz. Böylelikle bir metin yazdık. İlk önce arkadaşlarımıza, yakın çevremize yolladık. Berlin tabi ki pek çok sanatçının yaşadığı bir şehir ama aynı zamanda Prenzlauer Berg de buranın çok eski sanat mahallelerinden bir tanesi. Özellikle duvarın ilk yıkıldığı dönemde birçok sanatçının sergiler yaptığı bir yer. Onun öncesinde de (duvarın yapılmasına giden süreçte) ciddi bir örgütlenmenin yaşandığı bir mahalle. Bu anlamda çok ciddi, büyük bir tarihi var. Bu tarihlere ve bellek alanlarına gönderme yaparak burada yaşayan sanatçılara bir mail yazdık. Çok güzel bir geri dönüş aldık. İlk yazdığımızdaki 10-15 kişiden kartopu gibi büyüyerek çok büyük bir gruba dönüştü. Bütçesiz, açılışsız, VIP’siz, tamamen yaşamaya, bir arada olmaya, dayanışmaya dair bir proje oldu. Elde olanlarla, evdeki yazıcılarla, stüdyolarda var olan malzemelerle üretilerek yapıldı işler. Almanya’da kamusal alan sergileri deyince çok büyük projeler düşünüldüğü için, bu gerilla eylemi ilk başta sanat çevrelerinde ilginç karşılandı ama ne yapacaklarını da bilemediler. Bazı meslektaşlarımız durup düşünme zamanı olarak gördükleri bu dönemde eylemeye yönelmemizi yadırgadı. Tabii o dönemde pandeminin bu kadar uzun süreceğini kimse tahmin etmiyordu, birkaç aylık bir süreçten sonra normal hayata döneceğimiz fikri yaygındı. Projeye çoğunlukla yerel basından geri dönüşler aldık. Yerel basının fotoğrafları, sonra Reuters’in gelmesi ile beraber Reuters’in fotoğrafları, ajans France’ın fotoğrafları ile projenin etkisi yayıldı. Çünkü sanatsal direniş alanı o dönemde kimsenin beklediği bir şey değildi. Bence olması gereken de bu aslında, kriz anında güncel olana cevap verebilmek, sorumluluklarımız itibariyle, (sanat üretenler ve sana üretimini destekleyenler olarak). Buradan cesaretle, bu yıl projenin ikinci adımını da gerçekleştirdik. İkinci adımı çok daha bambaşka oldu, insanlar projeyi tanıyorlardı. Çok daha farklı geri dönüşler aldık. Kamusal fonlardan aldığımız destekle sanatçılarımıza bütçe ayırma imkânımız oldu. Güzel bir web sitesi yapabildik. Ekibimizi birkaç kişi daha büyütebildik. Etkisi bambaşka oldu. Normalde Prenzlauer Berg’de görmeyeceğiniz insanların, mahallenin bizim uğraştığımız köşelerine yolu düşmeyen insanların projeye cevap verdiklerini gördük. Bizim için çok büyük bir sorumluluk. Çünkü tabi ki Berlin’in böyle projelere çok ihtiyacı var. Die Balkone’ye gösterilen ilgi de şehrin böyle projelere duyduğu ihtiyacı gösteriyor. Projeye katılan sanatçılardan Nasan Tur, “buraya taşındığım ilk zamanı hatırladım” dedi. “Her köşeden sanat fışkırıyordu bu mahalleye ilk taşındığımda”. Gerçekten öyle bir mahalle, her köşesinde farklı gruplardan gelen sanatçılar yaşıyor. Çoğunlukla kendi mahallelerinde, kendi yaşadıkları yerlerde bir şeyler yapmıyorlar. O hafta sonu çok güzel bir festival havası oluştu, bütün yağmura rağmen. Çok güzel bir komünite oluşturduk. Bizim için en önemlisi bu. Aynı mahallede yaşadığını bilmeyen sanatçılar arkadaş oldu. Farklı ortaklıklar kuruldu. Diyaloglar hala devam ediyor. Bunun çok kıymetli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü hem içinden geçtiğimiz politik dönem itibariyle hem de pandemi nedeniyle kendi yaşam alanlarımızı sanatçılar ve sanatla uğraşan insanlar olarak daha güçlü tutmamız gerektiğini düşünüyorum. Küratörler olarak, böyle alanların oluşmasını sağlayacak projeleri daha çok üretmemiz gerekiyor.

Christina Werner, 2020. Die Balkone, küratörün izniyle.

G.M. İkisi de aynı mahallede yapıldı, öyle değil mi?

Ö.D. Tabi tabi. Die Balkone’yi, başından itibaren Prenzlauer Berg’e özel bir proje olarak tasarladık. Tabi ki genişleyebilir büyüyebilir, başka şeylere dönüşebilir Berlin içinde. Ama bizim için önemli olan komşuluk ilişkileri içerisinde o projeyi üretmek. Daha farklı, birbirine daha yakın networkler üzerinden bu projeyi üretmek, bizim için önemli olan oydu açıkçası. Berlin’de başka, bu tarz gelişen projelere de ilham olduğumuzu düşünüyorum. Sadece Berlin’de değil dünyada bu tarz girişimlere daha fazla ihtiyacımız var.

Nasan Tur, Locked up, 2021, Foto: Die Balkone, küratörün izniyle.

G.M. Bu mahallenin her yerinden sanat fışkırıyordu’ cümlesi kulağa çok uzak geliyor (sizinle aramızdaki km leri bir kenara bırakarak söylüyorum bunu), bu coğrafyadan, tam da bulunduğum yerden bakarak söylüyorum. Türkiye’den bakınca böyle, peki oradan buraya bakınca Die Balkone’yi burada kürate etseydiniz nasıl değerlendirirdiniz? Sanatın direniş alanı burada daha keskin sınırlarla belki kırılması daha zor sınırlar çizildi ve pandemi ile birlikte ya tamamen kırdık bunları ya da kırılmaz hale geldi. Bu konuda sizin görüşünüzü merak ediyorum. Mimarinin, toplumsal yapının, yaşam biçiminin harita üzerinde farklılaşıyor olması böylesi bir kamusal/özel projeyi nasıl dönüştürür?

Ö.D. Die Balkone’yi Türkiye’de yapsam ne/nasıl olurdu. Tabi ki aslında projenin ilhamı balkonların bir yaşam alanı olarak var olduğu Doğu Akdeniz kültüründen geliyor benim icin. Uzun süredir kendi seçimimle daha çok Türkiye dışında,  dünyanın çeşitli yerlerinde yaşamayı tercih etmiş bir insan olarak böyle izleri farklı projelere dönüştürmek benim için çok önemli. Sadece etnik ya da kültür özerkliği ile ilgili bir durum da değil, önemli olan bu olguları çeşitli projelerle evrensel tanımlara nasıl dönüştürebiliriz / kendi evrensel tanımlarına nasıl açabiliriz. Bu benim genelde yapmaya çalıştığım şey. Bu anlamda her ne kadar dışarda yaşıyor olsam da benim için zaten bu kanallar, doğup büyüdüğüm ilhamlar hep farklı araştırmaların, farklı projelerin önünü açıyor. Açıkçası Türkiye’de o projeyi benim yapmamdansa bu girişimden ilham alarak başkasının yapmasını tercih ederim. Yaklaşık 2016 yılından beri çok zor bir süreç yaşıyor Türkiye. Tabi kültür sanat alanı da bundan fazlasıyla nasibini alıyor. Belki beni de fikirsel olarak projenin içine dahil ederek birinin yapması beni en çok mutlu eden şeylerden biri olur, Ankara’nın balkonlarında da, İstanbul’un ya da İzmir’in balkonlarında da bu projeyi görmek çok ilginç olur, neden olmasın.

Joanna Kusiak and Deutsche Wohnen & Co Enteignen, Socialization of Housing_ A Practical Revolution!, 2021, Foto: Die Balkone, küratörün izniyle.

G.M. Pandemi bir şekilde gündelik hayatımızın tam orta yerinde olduğu ve akışı kökten değiştirdiği için oradan ayrılamıyoruz. Oraya bir kazıkla bağlandık ve onun etrafında dönüyoruz. Gündelik hayatta, kültür sanat alanında, kamusal alanda ve birçok yerde ve hatta duygusal olarak bu sürecin içinde ve etrafındayız. Tüm bunlarla birlikte sanatçının da formunu değiştirdiğini kabul ediyoruz birçoğumuz, öyle değil mi. Sanatın eve girmesi, önceleri bir yapıt olarak evin duvarlarına yerleşen sanat, sizin projenizle birlikte evin içinde üretilip yapıt olarak balkondan çıkan bir forma dönüştü. Dolayısıyla bundan sonra nasıl bir forma evrilir? Bunu, yapmayı planladığınız 3. Die Balkone projesi ile ilgili olarak da soruyorum aslına bakarsanız. Bu balkon sergileri evrilir mi, nereye doğru gider?

Ö.D. Göreceğiz. Bu bizim tüm komünite ile birlikte yaptığımız bir şey. Onların vereceği cevaplar projenin geleceğini şekillendirecek. Bu iş benden ve Joanna’dan çıkmış durumda. Biz sadece aracılık rolü üstleniyoruz bu noktada. İhtiyaç duyulan bir kanalı oluşturuyoruz. Projenin yüzü olarak daha çok biz ortaya çıkıyor olsak da, bunu sanatçıların özelini korumak adına yapıyoruz, projenin geleceğini de bu iki sergiyi var eden komşular birliğinin verdiği yanıtlar belirleyecek. Tabi ki bizim araştırmamız bu kanalda devam ediyor. Özel ve kamusalın çakıştığı alanlar, birbirinin içine geçtiği alanlar, domestik olanla dış dünyanın birbiri ile örtüştüğü politik söz alanlari. Benim aslında İstanbul’daki ilk yaptığım proje, tamamen benzer meseleler üzerine bir projeydi. O zaman sadece grafiti formları poster sticker formları üzerine çalışmıştım. Daha o zaman bunun küratörlük olduğunu bile bilmiyordum. İçimden gelip organize ettiğim ilk etkinlikti. Bu mesele her zaman benim için projelerimin içinden geçen, yaptığım projelerin bir noktasından girip çıkan bir soru. Ama tabi ki pandemi döneminde bambaşka bir anlama kavuştu. Ama dediğim gibi, komünitenin verdiği cevaplar bu projenin nereye gideceğini, 3. proje olursa nasıl dönüşeceğini gösterecek. Ama genel olarak bütün katılımcı sanatçılarımızın projeyi çok benimsediklerini biliyorum. Bambaşka bir şey üretmenin arzusu ve keyfi ile bunu yaptıklarını biliyorum. Bu da beni çok heyecanlandırıyor. Buna kanal oluşturabilmek benim için çok önemli bir şey.

G.M.  Projenin en çok etkileyen tarafı sanki birlikte çalıştığınız sanatçılarla komşu olmanız. Aynı mekânı paylaşıyorsunuz bir şekilde ve dolayısıyla da o bağ son derece dinamik. Aynı sabahı aynı akşamı aynı yağmuru aynı mekânda paylaşıyorsunuz/yaşıyorsunuz.

Ö.D.  Paylaşıyoruz evet ama pandemiden önce paylaştığımız sabahlar ve akşamlar birbirinden ayrıydı. Berlin sanat ortamında genelde çoğu insan Berlin’in dışında işlerde çalışıyor ve burada yaşıyor, sürekli seyahat ediyor. Burada yaşayan çok iyi sanatçılar aslında burada sergi yapmıyorlar. O yüzden insanlar bu sanatçıların Berlin’de yaşadığını bile bilmiyor. Proje, bu olguların hatırlanmasına da yardımcı oldu. Hepimizin ihtiyaç duyduğu bir şeydi. Her şey birden uzaklaşırken ve dijital bir ekran üzerinden sanal alanda gerçekleşirken birbirimize aslında ne kadar yakın olduğumuzu ve birtakım alışkanlıkları kırarak nasıl yeni alanlar üretebileceğimizi ve bunun aslında çok da zor olmadığını, dayanışmayla ilgili olduğunu gördük. Çünkü Die Balkone projesi yapı itibariyle kamusal alan projelerinin pek çok kodunu kıran bir proje. Herhangi bir komisyon etme, sipariş iş üretme durumu yok, büyük bir açılış kapanış organizasyonları yok. Tamamen organik olarak kendi yağının içinde kavrulan bir proje. O yüzden de herkese iyi gelen bir proje.

Hera Büyüktaşciyan, My Eye’s Pupil Is Your Nest, 2021, Autostrada Bienali. Fotoğraf: Tughan Anit, küratörün izniyle.

G.M. Kültür sanat alanının kolektif hareket etme dinamiğini yakalayan bir proje diyebilir miyiz? Mekânı kendiliğinden var olan bir sergi olması da altı çizilesi bir durum. Sanatçılar, içinde bulundukları, ürettikleri, uyuyup uyandıkları ve gündelik hayatlarını sürdürdükleri bir mekânda sergi yapmış oldular. Bu hem siz küratörler hem de sanatçılar açısından bağlayıcı bir konum, bir köprü gibi. Yakın zamanda Autostrada Bienali’ndeydiniz. Üzerinde çalıştığınız projeler ince bir bağ ile birbirleri ile bağlantıdalar. Peki, mekân ya da zaman sizi etkiler ve orada bambaşka bir proje de ortaya çıkabilir mi?

Ö.D. Her zaman bir bağlantı var. Bazı projelerdeki bağlantılar uzun dönem okumalarda ortaya çıkabiliyor. Küratöryel pozisyonlar açısından uzun zamanda angaje olmak çok önemli. Çünkü küratöryel vizyon bir iki yılda üretilen bir durum değil. Sadece master’ını yapmak da yetmeyebiliyor. Çok ciddi emek ve birikim isteyen ve ilişki/iletişim kurma biçimlerinin çok iyi olması gereken bir iş yapıyoruz. Genel olarak dünya ile sanatçılar ile organizasyonlar ile tüm bunlar arasında aracılık yaparak ve bunu çoğunlukla politik bir konum olarak yapabilmek kıymetli bir şey. Bu ilişkileri kurabilmek çok uzun zaman alıyor. Özellikle benim gibi dünyanın her yerinde çalışmayı tercih eden bir insan için daha uzun sürüyor bu. Autostrada Bienali ise gözümüzün bebeği. Çok kıymetli bir proje. İlk balkone sürecinden geçtikten sonra bu projeyi de Joanna ile birlikte üstlenmeye karar verdik. Bizim için, aslında ikimizin kendi küratöryel ilişki dinamiğimiz açisından da çok önemli bir sınavdı. İnsanın kendi mahallesinde çalışması başka, kendi alanından uzakta bir yerde çok zor koşullarda çalışması bambaşka. Autostrada Bienali’nin ekibinin yapmak istedikleri şeye duydukları arzu, inanç, önündeki bütün engelleri kırmak, aşmak için çözüm üretme isteği ve Kosova’nın zor kaderine rağmen, zor kadere teslim olmadan bir şeyler yapmayı istemeleri bizi projeye motive etti. Bu bienalde sadece bir bienal yapmıyoruz, çünkü zaten ikimiz de sadece bir bienal yapmakla ilgilenmiyoruz, daha çok bir altyapı kuruyoruz. O altyapının da geleceğe kalmasını istiyoruz. Bu yüzden de ekiple çok bambaşka bir çalışma biçimimiz oldu ve o çalışma biçimimizin tüm projelere yansıdığını düşünüyorum. Çünkü tüm projelerimiz genel olarak dünyayla ilgili bir alt yapı ve vizyon değişimi üzerine. İçinden geçtiğimiz krize rağmen umut alanları üretebilmek üzerine bir sergi yaptık orada da. Aslında fikir olarak Die Balkone ile çok bağlantılı, her ne kadar politik bağlamı farklı olsa da. Çoğu işimiz de kamusal alana yerleşti çünkü bu dönemde de zaten ne kadar iç alanlara girebileceğiz, ne kadar sergi kurabileceğiz, bunları bilmediğimiz için ve bu projenin çıktığı ana şehir olan Prizren, Pristina ve Peja’da şehirlerle daha net bir şekilde ilişkilenmek istediğimiz için alana özel projelere yöneldik. Davet ettiğimiz sanatçılarla oradaki yerel söz sahibi kişiler, gruplar ve organizasyonların emeğini ve vizyonunu birleştirmeye çalıştık ki onlar gelemese bile projenin geleceği garanti altına alınsın, önü açılsın, gerçekleşsin istedik. Bu girişimimiz pek çok anlamda çok iyi sonuçlar verdi. İsminin bienal olmasından çok kendi içinde bulunduğu kültür alanını, yaşam alanını nasıl etkileyecek, neler yapabilecek bunu önemsiyoruz ve önemsenmesi gereken de bu diye düşünüyorum. Bu anlamda, büyük sergilerin, tur yapan büyük bienallerin ya da büyük işlerin, artık içinden geçtiğimiz dönem sebebiyle de yeniden düşünülmesi gerektiğinde hemfikiriz. Daha ekolojik, alanında üretim yapan, kendi yağıyla kavrulabilen ama aynı zamanda yeteri kadar da uluslararası olabilen, sürekli içinde bulunduğumuz ve yapmamız gerektiğini düşündüğümüz sergi modellerinin dışına çakarak ve bu noktalarda risk alarak bir şeyler yapılması gerekiyor. Kosova’da da işlerin çoğunu Prizren’de ürettik. Autostrada Bienali kurucuları Leutrim Fishekqiu, Vatra Adnan Abrashi ve Barış Karamuço projeyi Alman Nato ordusunun eski karargahındaki hangarlardan birine taşıdılar ve orada güzel bir eğitim programı kurdular. Yapılan üretimleri aynı zamanda genç, okuyan, bu işin pratiğini yapmak için alanı olmayan öğrencileri aktive ettiğimiz bir sürece dönüştürdüler ve tabi ki bambaşka bir anlam kazandı her şey.

Agron Blakçori, Democracy, 2021, Autostrade Bienali. Fotoğraf: Tughan Anit, küratörün izniyle.

G.M. Kosova’daki proje yaşayan bir proje olmuş. İşlerin orada üretiliyor olması, oradaki insanlar ve sanatçıların bir şekilde karşılıklı olarak yaşamlarına dokunmaları yaşayan bir bienale dönüştürmüş, öyle değil mi?

Ö.D. Bu, karşılıklı emek ile olan bir şey. Ekibin de böyle bir arzusunun olması ile birlikte biz bu işe giriştik. Bu bienali kurduklarında hepsi 30’unun altındaymış, şimdi de 34-35 yaşındalar. Düşünün, Türkiye’de böyle bir proje olacak. Alanlarını değiştirecek bir bienal projesine girişecekler ve Amerikan Büyükelçiliğinden Birleşmiş Milletler Yardım Fonu’na kadar iletişime geçip böyle bir proje yapacaklar. Döngülerin nasıl kırılacağını, kaderlerin nasıl değiştirileceğini düşünmek gerekiyor. Hem kendi yağıyla kavrulup hem uluslararası profesyonellik seviyesine erişebilecek organizasyonlar yapabilmek… Bunun birkaç kurum ya da kişinin inisiyatifinde olmaması ve genişleyerek yayılması… Neden Türkiye’de de olmasin? Kosova’da olduğu gibi umutsuzluk genel bir yaşam koduna dönüşmüşken o umutsuzluk alanını kırabilmek için tüm riskleri alabiliyor insanlar ve punk bir eylem olarak vizyon üretiyorlar. Çünkü kazanılacaklar kaybedileceklerden çok daha büyük ve önemli.

Agnes Denes, Sunflower Fields, 2021, Autostrae Bienali. Fotoğraf: Tughan Anit, küratörün izniyle.

G.M. İnsan olarak dünyanın her yerinde aynı kavrama çıkıyoruz aslında. Bazen umut tamamen tükendiğinde risk alabiliyor insan.

Ö.D. Umut, benim için çok büyük bir güç. Kosova’dan aldığım bu enerjiyi dünyanın hiçbir yerinden almadım.

Survival Kit 12, Pauline Curnier Jardin, Riga. Fotoğraf: Margarita Ogolceva, LCCA, küratörün izniyle.

G.M. Site-specific üretimin Riga’da da devam ettiğini söyleyebiliriz sanıyorum. Çünkü mekânlarla bir diyaloğunuz var ve hemen hemen tüm projelerde bunu görebiliyoruz.

Ö.D. Mekânlarla duygusal ve düşünsel ilişkiler kişisel projelerimde de her zaman çok önemlidir. Bunun benim icin en güzel örneği Türkiye’de gerçekleşen Gelecek Queer sergisidir. Riga’da 12. Survival Kit Festivali icin Letonya’nin düşünür ve yazarlarının evlerinde, sehir müzelerinde bizi de besleyen yeni ilişkiler kurduk. Şehirden, müzelerden ve sanatçılardan çok güzel geri dönüşler aldık.

Survival Kit 12, Ieva Epnere, Riga. Fotoğraf: Margarita Ogolceva, LCCA, küratörün izniyle.

G.M. Hem akademik olarak hem de bağımsız küratör olarak sürdürdüğünüz pek çok proje var. Tüm bu projeler bir arada, bir devinim halinde aslında ve tahmin ediyorum ki bu devinim önümüzdeki süreçte de devam edecektir. Yakın gelecekteki projelerinizden söz etmek ister misiniz?

Ö.D. Şunun haberini verebilirim. Kosova’da Autostrada Bienali’nin 4. edisyonuna da Johanna ile birlikte devam edeceğiz. Çünkü çok güzel bir yol açıldı önümüzde. Bienal ekibi de bu enerjiyi devam ettirmek istiyor ve kendilerinin bu kanalda daha fazla yerleşmek istediklerini düşünüyorlar. Bu, 2023’te devam edecek bir proje olacak. Bunun yanı sıra önümde aslında çok önemsediğim 3 proje var. Bunların ilki Nisan ayında CA2M Madrid’de gerceklesecek; Berlin queer sahnesinin önemli figürleri olan Renate Lorenz ve Pauline Boudry’nin İspanya’daki ilk solo sergisini geniş kapsamlı bir yayınla açacağız. Daha sonra Haziran ayında Viyana’da Kunsthalle Wien’de Viyana LGBTİ çevresi için çok önemli ve daha önce çok fazla büyük sergi yapmamış, daha çok bir film sanatçısı olan Katrina Dashner’in şu döneme kadar en kapsamlı sergisinin küratörlüğünü yapacağım. Bu iki proje de benim için çok anlamlı. Her şey yolunda giderse 2023’te Martin Gropius Bau Müzesi’nde (Berlin) 2015’te araştırmalarına başladığım, Güneş Fantastik projesinin sergisi gerçekleşecek. Bu proje, güneş dil teorisinden yola çıkarak genelde batı uygarlığının kendine kaynak bulma, kendi orijinini bulma arzusunun bizi nasıl fantastik, emperyal hikâyelere sürüklediğini araştıran bir proje olacak. 2015’te içinden geçtiğimiz politik hassasiyetler sebebi ile bu araştırmaya ara vermiştim. Ama şu an bu projenin sergi olarak gerçekleşmesinin önünün açılmasından dolayı çok mutluyum. Bununla birlikte önümüzdeki yıl da Arco Madrid sanat fuarında Genç Galeriler Opening kısmının eş küratörlüğünü yapmaya devam edeceğim. Die Balkone’yi de sayalım bu arada. Bu sırada UdK ve HBK Braunschweig’daki eğitim pozisyonlarım da devam ediyor. Pandemi sürecinde geriye çekilmektense cesaretle ileri adım atmayı tercih ettik ve o adım hayatlarımızı dönüştürdü. Hayat her şeye rağmen cesareti seviyor.

Gözde Mulla

Gözde Mulla (Akşehir, 1986). Sanat alanında araştırıyor, yazıyor ve üretiyor. Hacettepe Üniversitesi Resim Bölümü’nde başladığı lisansını aynı bölümde devam ettiği Sanatta Yeterlik programı ile tamamladı. Yaşamındaki yer değişikliklerinin etkisiyle birlikte “ev” kavramı etrafında dolaştığı tezini 2019 yılının sıcak bir Haziran gününde Ankara’daki evinde düzenlediği sergi ile noktaladı. Mekân, boşluk, eşik kavramları çerçevesinde ele aldığı çalışmalarına kültür-sanat alanı ile ilgili değerlendirme, eleştiri, inceleme yazıları ve akademik makaleler ile devam ediyor.