Dışarısı korkunç, orada bombalar patlıyor içerisi ise güvenli, huzurlu. Birinde savaş var, diğerinde ise barış. Peki içeriyle dışarıyı ne ayırıyor? Kalın duvarlar ve metal kapılar ardındaki “Belki Sonra” sergisi, ışıltılı ütopyaları İkinci Dünya Savaşı döneminden kalma bir sığınakta, insanları bir onları koruyacak bir yapıya ihtiyaç duyar hale getiren gerçekliklerle kesiştiriyor.
“Belki Sonra” sergisi, bir sığınaktan dönüştürülmüş mekânın keskin, kalın duvarlarla ayrılmış yapısını serginin bir parçası olarak kullanıyor. Mekânın ortasındaki toplantı salonu sakin ve aydınlık olmasıyla izleyiciye güvenli bir yapı sunarken bu salonu çevreleyen koridordaki, kırmızı ışıklar ve yüksek sesler ürkütücü bir atmosfer yaratarak izleyiciyi içine çekiyor. Tamamı aynı mekânın içinde yaşanan bu çarpışma, böylelikle sığınağın çevresiyle kurduğu ilişkinin de bir yansıması haline geliyor. Bugün farklı bir amaçla kullanılan bu sığınak, savaşı anımsatan, korkunç bir geçmişin şahidi olarak tehlikeden uzak bir şehrin ortasında duruyor. Güvenliğin içinde tehlikeyi anımsatan bu yapı, inşa edildiği dönemde, tehlikenin ortasında yaşamın güvencesi olarak hizmet veriyordu. Bu karşıt kavramlarla kurduğu ilişki bakımından değişimlere açık olan bu mekân, sergi kurgusu sayesinde bu ikiliği bir defa da kendi içinde yansıtıyor. Sergide dışarıya daha yakın olan koridor kısmı çığlıklara, şiddete, ölüme ev sahipliği yaparken dış dünyadan uzaklaştıkça daha güvenli bir ortama geçişe olanak sağlıyor. Böylece doğası gereği içiyle dışını ayırmayı amaçlayan sığınak, bu ayrımı yaparken içerisi ile dışarısı ayrımını da sorgulamaya açıyor.
Sığınağın içi, en güvenli olması gereken yer, sergide çığlıklara ve şiddete sahne oluyor. Şiddet en güvenli bölgeye de sızıyor. Kaçmak için sığınağın daha da içine girilse de şiddetin sesinden kaçmak imkânsız. Sesleri duymazdan gelip huzurlu olma çabası, dışarıdaki gerçekliği halının altına süpürmekten başka bir şey değil. Sergi, toplantı salonunu çevreleyen koridorda Nina Lasilla, Genco Gülan, Rudolf Reiber, Sina Barlas ve Şükran Moral’ın eserlerine ev sahipliği yapıyor. Bu eserlerin sesleri kaçınılmaz biçimde sığınağın her yerine yayılırken izleyici oldukça korunaklı bu sığınağın içinde tehlike ve tedirginlikle karşılaşıyor. Bu tedirginlik kalın duvarların, devasa metal kapıların veya penceresiz beton bir sığınağın kişiyi tehlikelerden koruyamayacağını gösteriyor. Sığınağın içindeki çığlık, tüm odalara yayıldığında, güvenlik adına alınmış önlemler de gücünü yitiyor. Güvenli alandaki tehlike ise ancak iki şekilde savuşturulabiliyor: Ya onun karşısına geçip bir lağım faresiyle ya da çığlık atan insanlarla yüzleşmek ya da güvenli görünen bir alana kaçmaya çalışmak. Bu deneyimi bir sığınakta yaşamak yüzleşmenin gerekliliğinin altını çiziyor.
Serginin kurduğu bu yapı ise, somut sınırların içerisi ile dışarısı arasındaki sınırı çizmediğinin bir kanıtı niteliğinde. Güvenli “içerisi” bir çizgiyi aşmak, bir odaya girmek, bir yerde bulunmak anlamına gelmez. İçerisi, güvenliğin, huzurun olduğu yerdir. Bu yüzden içerisi diye tanımlanan alan, duruma göre değişkenlik gösterebilir. Nasıl ki sığınak, güvenli bölge olmaktan çıkarak içinde şiddeti barındıran, geçmişe dair bir gündelik yaşamın anımsatıcısı haline geldiyse, güvenlik ve huzurun olduğu yerler de değişebilir. Kişi için en güvenli ve huzurlu yer kendi zihni olabilecekken, rutine vurulan darbeler zihnin bu özelliğine sekteye uğratabilir. Pandemi ve savaş gibi kriz durumları, kişinin bildiği, tanıdığı yaşantısını rafa kaldırmasını zorunlu kılar. Yeni, belki daha yalnız, belki daha öngörülemez bir yaşam sürmek zorunluluğu kişinin zihnindeki güvenliğe ve huzura zarar verebilir. Böyle anlarda ise aynı “Belki Sonra” sergisinde olduğu gibi kişi daha da içeri gitme eğilimindedir. Kendi sığınağının, zihninin daha derinlerine gidip orada aşina olduğu anılarda, sevdiği insanlarda ve kurduğu hayallerde güvenlik ve huzur arar. Sergide Ahmet Duru, Beyza Boynudelik, Fırat Engin, Hakan Özer, Melis Buyruk, Mert Acar, Mustafa Akkaya, Nesrin Demirel, ODDVIZ ve Sina Barlas’ın eserlerinin bulunduğu toplantı salonu, sığınak içindeki güvenlik ve huzur arayışının bir yansımasını sunuyor. Daha aydınlık, seslerden kaçılamasa bile tanıdık yüzlerin, geçmişten kalanların ve hayallerin bulunabildiği bu alan kişiye aradığı huzuru bulmak için bir fırsat sunuyor. “Belki Sonra”, geçmişten kalan altından hatıraların ya da özlenen yüzlerin yanında terkedilmiş hatıraların ve geleceğe dair öngörülerin da bulunabildiği bu alan tehlikeden kaçmak için fırsatlar barındırıyor.
Kişinin zihninin bir yansımasını ve kişinin etrafındaki dünya ile kurduğu sosyopolitik ilişkinin yansımasını barındıran “Belki Sonra”, savaşın ve tarihe tanıklık eden yapıların öğretici güçlerinin bugün hala ne denli yoğun olduğunu da gösteriyor. Tarih bir akış ve sadece geçmişle değil aynı zamanda şu anda yaşananlarla da ilgileniyor. Savaşlar ise bazen yakında, bazen uzak sandığımız coğrafyalarda yıkıcı varlığını her daim sürdürüyor. Sığınak bugün inşa ediliş amacına hizmet etmeyişi sebebiyle bu yıkıcılığı bize tarihsel bir gerçeklik olarak sunsa da bugün sığınaklara ihtiyaç devam ediyor. Tarihin bugün hala yazıldığını, içinde bulunduğumuz anın bir süre sonra uzak görünen geçmişlerden çok da farklı olmayan biçimde anılacağının farkında olmak, kulağa ürkütücü bir masal gibi gelen savaşların gerçekliğini anlamaya da yarayacaktır. Sığınak bu açıdan koridorunda barındırdığı çığlıklar ve şiddetle izleyiciyi sıra dışı bir farkındalığa sürüklemeyi başarıyor. Sergi bu şekilde güvenli bir ortam olması gerekirken eserlerle bu algıyı yıkarak tedirginliğin, neredeyse hiçbir an rahat edememenin zorlayıcılığının deneyimlenmesini sağlıyor.
“Belki Sonra” sergisindeki eserler, izleyiciyle teker teker etkileşime geçseler de serginin tamamında sığınak ve sığınağın tarihiyle birleştiği zaman kuvvetli bir mesaj ortaya çıkıyor. Sığınakların yapılmasını gerekli kılan koşulların bir yansımasının izleyiciye eserler aracılığıyla, sığınağın klostrofobik ortamı içerisinde sunulması sığınakların kullanılmadığı bir dünyaya olan ihtiyacın altını çiziyor. Böylece ortaya çıkan deneyim, izleyicileri sergiyi bir bütün olarak algılamaya teşvik ediyor. Kişi ne kadar zihnini bir sığınak olarak kullansa da, ne kadar geçmişine ve umutlarına tutunmak için daha derine gitse de seslerden kaçamıyor ve bu bireysel sığınağında asla tam olarak huzura kavuşamıyor. “Belki Sonra”, bu huzura kavuşamayış halini izleyiciye deneyimletirken bir yandan da eserlerin tekil olarak sözünü ve gücünü muhafaza ediyor. Bu açıdan sergi bir sanat eserinin sergileniş biçimine, mekanla, serginin kavramsal çerçevesiyle ve diğer eserlerle kurduğu ilişkiye de ışık tutuyor.
Savaşın ve şiddetin kulak tıkanması imkânsız korkutuculuğuna parmak basan “Belki Sonra”, kişinin bu korkutuculukla karşı karşıya kalmasını, serginin en aydınlık bölümünde bile uzaktan gelen seslerin yarattığı huzursuzluğu hissetmesine olanak sağlıyor. Bu şekilde savaşın ve şiddetin geçmişte kalmış, nesiller öncesine ya da uzaklara ait bir olgu olmadığın hatırlatıyor. Aynı zamanda bu hatırlatmayı izleyicileri konfor alanından mümkün olduğunca çıkararak, ürkütücü ve tekinsiz bir atmosferle aydınlık bir toplantı salonunu penceresiz kalın duvarlı bir mekânda yaratarak yapıyor. Bu açıdan “Belki Sonra” bir erteleme anlamı taşımıyor, tam aksine sığınaklara ihtiyaç duyulmayacağı bir geleceğin gerekliliğine dikkat çekiyor.