“Aşağıda olan yukarıda olan gibidir; yukarıda olan da aşağıda olan gibi. Ve birlikte tek bir şeyin mucizesini gerçekleştirirler.”*
Bir olma, Tanrı ve/veya tanrısallık potansiyelini içinde bulundurma, harmoni, meditatif etkinliklerle yukarıdakine, ideale ulaşma gibi kavramlar, inançlar tarihine bakıldığında pek çok metafizik-mistik kökenli kültlerin temelini oluşturur. İnanca dair bu kavramlar mitik anlatılardan bolca beslenir ve zamanla varoluşu, kozmosu; insani boyuta gelindiğinde ise yaşamı ve bununla beraber değer ve erdemleri açıklayarak felsefi bir boyut kazanmış olur.
İki İnancın Birliği: Budizm ve Şintoizm
Japonya’ya, bir taraftan farklı olsalar da birbirlerini destekleyip tamamlayan iki inanç sistemi hakimdir: Budizm ve Şintoizm. Bu iki sistemin özündeki temel ayrım ise animizm üzerinden açıklanabilir; buna göre canlıların olduğu gibi evrendeki cansız nesnelerin de bir ruhu vardır ki bu, Şintoizm’in doğasını oluşturan en temel özelliğidir. İlk etapta Şintoizm gibi pek çok inancı da besleyen Budizm’den bahsetmek daha doğru olacaktır.
Temelinde yeniden doğuş fikrini barındıran Budizm, bu dünyadayken öte dünya ya da diğer yaşam döngüsü için yatırım yapan bir inançtır. Bu yüzden yaşamdaki doğum, düğün gibi kutlamalar Şinto geleneklerine göre yapılsa da Japon kültüründeki ölüm fikri de Budizm’le yakından alakalıdır, öte dünyayı destekleyecek inanç sistemi Budizm’dir.
Budizmin kurucusu, “uyanmış, idrak etmiş kişi” anlamlarına gelen “Buddha” olarak bilinen Siddhartha Gautama, tahminen M.Ö 5-6.yüzyıllarda yaşamıştır. Hindistan’da kurulmuş olup sonrasında geniş coğrafyalara yayılır. Özellikle Zen Okulu olmak üzere Budizm’in neredeyse tüm mezhep ve okullarında meditasyonun önemi çok büyüktür. Örneğin, bu meditasyonlardan biri olan Zazen’de, farkındalığın en üst noktada olması ve algılananların bir aradalığı önemlidir. İnsanın içinde olup bitenden, dışarıdaki bir yaprak hışırdamasına; oturur vaziyette olunduğundan zeminin kalça ve bacaklarda hissedilmesinden, rüzgârın esintisine pek çok olgu bu meditatif etkinlik süresince herhangi bir hiyerarşik düzen olmadan, aynı anda algılanıp deneyimlenir. Gündelik yaşamın pratik işleriyle uğraşırken insanın varamadığı bu farkındalık seviyesine anca meditasyon ile ulaşılır. Zazen’in temel amacı, insanın bireysel ve kendine ait zihninden kurtulup diğer bilinç düzeylerine geçmektir. İşte bu bilinç haline, özellikle Zen Budizm’in temel anahtarı olan “uyum” sayesinde varılır. Bireyin kendisi, kendisine dair farkındalığı, dışarının farkındalığı gibi etkinlikler bu uyum bağı sayesinde birleşir.
Şintoizm ise, temelini animizme ve animistik ritüellere dayandırmış olup direkt olarak yerel bir din olarak Japonya’da ortaya çıkmıştır. Şintoizm, gözlem yapar; doğayı gözlemler ve onu olduğu haliyle kabul ederek herhangi bir değiştirme kaygısına girmez. Bu yüzden dinamik bir sistem olmaktan ziyade zaten kabul edilmiş ve inanılmış şekilde mevcut olanı bozmayan, stabil bir inançtır. Günlük hayatta ya da pratikte sıklıkla bir ibadet eylemi sergileme gereksinimi duyulmayan ve Budizm’in aksine öte alem için endişe edilmeyen Şintoizm’e göre, doğadaki her türlü varoluşun bir ruhu vardır. Buradaki ‘ruh’ kavramı, Şinto inanışını kavramak için oldukça önemlidir çünkü doğadaki her şey; dağlar, kayalar, nehirler, ağaçlar bu ruhlarla temsil edilir. Şintoizm’de bu ruhlara “Kami” denir ve insanlar özel günlerindeki tapınak ziyaretlerinde olduğu gibi evlerinde bulunan minik tapınak ya da sunaklarda da Kamiler’e adaklar adayıp ibadetlerini, ritüellerini gerçekleştirirler. Bir ibadet sırasında yapılan ilk şey Kamiler’i uyandırmaktadır ve Şinto dinine mensup olan insanın yapması gereken ilk şey Kamiler’in ilgisini çekmek için zili çalıp üç kere alkışlamaktır.
Kamiler, esasen herhangi bir biçimi olmayan, görünmeyen ruhlardır. Hayatın her evresinde, doğadaki canlı cansız her varlıkta bulunurlar ve onların doğasını da oluşturdukları gibi birer temsillerine dönüşürler. İçte, ideal olandır. Tapınağın da en kutsal ve dışarıdan insanların görmediği, ulaşamadığı alanında Kami, kimi zaman bir heykel ile somutlaştırılır. Bu şekilde doğadaki ögelerin temsilleri olan Kami’nin de sanatsal bağlamda bir temsili olmuş olur. Bu temsil, zaman zaman bir insan olarak da karşımıza çıkmaktadır.
Taklit ve Esrime
İnançların tarihine, gelişimine ve birbirlerine aktardıklarına bakıldığında, birbirleriyle benzer çokça noktayla karşılaşırız. Antikitenin inanç sistemleri ve beraberinde gelen kültler düşünüldüğünde, bu yazının anlatma amacı güttüğü Kagura dansını da açıklayacak ‘taklit’ kavramı, hareket noktası olacaktır. Taklit eylemi ile başlayan süreç, ritüel bazlı kültlerde genellikle ‘esrime’ye, yani duyulur ve fiziksel olarak erişilebilir dünyadan uzaklaşıp Tanrı’yla birleşme durumuna dönüşür. Bir Mısırlı, İsis’in çıktığı kutsal yolculuğu anarken onun giydiklerini giyer, onun sembolleriyle kuşanır, Nil’de kayıklarla bu yolculuğun bir benzerine çıkar; yani bizzat tarnıçası ne yapıyorsa onu yapar ve onun kılığına bürünerek bu ibadeti gerçekleştirmiş olur. Bir Yunan, Dionysos Şenlikleri’nde şarap tanrısı Dionysos’a adaklar adar ve onu yüceltmek için tanrının temsil ettiği coşkuyu, heyecanı yaşar; şarabını içer ve bu şekilde esrime hali gerçekleşir.
Anadolu coğrafyasına da uzun yüzyıllar hâkim olan, bununla birlikte Kuzey Avrupa, Sibirya gibi geniş alanlara yayılan Şamanizm de bu şekilde yorumlanabilir. Şamanizm de tıpkı Şintoizm gibi animistik bir inançtır. Hayvanlar, ağaçlar, nehirler gibi doğadaki her şeyin, tabiat olaylarının bir ruhu vardır ve şamanik ritüellerde bu ruhlarla irtibata geçmek en önemli ibadetlerden biridir.
Dans, şamanik ritüellerde oldukça önemli bir yere sahiptir. Şamanlar, ayinleri sırasında sembolik birtakım kıyafetler giyer ve yine sembolik hareketlerle dua edeceği, şükranlarını sunacağı, adak adayacağı ruhlarla irtibata geçer. Bu ayinler sırasında üzerinde Şamanik kültüre ait çeşitli ikonografik sembolleri barındıran davullar ve çeşitli müzik aletleri çalınır; şaman ise bu sırada doğayı taklide başlar. Belli ritim ve hareketlerde, hayvanların seslerini çıkaran şaman, bir tarafının majiyi de içerdiği bu deneyimin ardından farklı bir bilince ermenin coşkusuyla dolar; vecd, yani esrime haline geçer.
‘Bir Olma’nın Dansı: Kagura
Kagura dansı, büyük çoğunluğu kadın olan dansçıların sergilediği bir çeşit ritüeldir. Dansın özü, esasen Japonya’nın pek çok efsane ve mitini içeren kutsal metinlerden olan Kojiki’deki bir mite dayanır. Kagura’nın kelime anlamı, “tanrıları sevindirmek, tatmin etmek”tir.
Yaratılış sürecinin en başındaki Kaos’tan ve onu takip eden zerrelerin hareketlenişinden sonra Tamagahara, yani Cennet Ovası oluşur. Ardından ise oluşan 7 neslin sonuncusu olan İzanagi ve İzanami dünyayı yaratacaktır. Onların çocukları olan Amaterasu ve Susanoo, sürekli rekabet halindedir. Amaterasu’ya güneşin hakimiyeti verilir ama kardeşinin aksine Susanoo, her şeye karşı şikâyet halinde olan, reddeden ve fevri olduğundan İzanagi onu yerlatı dünyasına sürer. Oraya gitmeden önce ise Susanoo’nun yapmayı dilediği son bir şey vardır; kardeşi Amaterasu’ya veda etmek. Amaterasu, Susanoo’nun fevri davranışlarından ve İzanagi’nin kararından sonra nefret ile dolmasından dolayı olası bir savaşa hazırlanır. Susanoo, bunun aksine bağlılık yemini eder ancak bu yemini bozmasıyla Amaterasu ona sinirlenip küserek kendini bir mağaraya kapatır.
Amaterasu, mağaraya girdiğinde dünyaya karanlık ve felaket hâkim olur. Bunun üzerine diğer tanrılar, onu mağaradan çıkarmak için uğraşır ancak ne yaparlarsa yapsınlar Amaterasu’yu ikna edemezler. Şafağın, sevinç ve coşkunun tanrıçası olan Ame no Uzume ise daha farklı bir şey yapar: Amaterasu’nun bulunduğu mağara dönük şekilde bir ağacın gövdesine ayna yerleştirir, çeşitli çiçeklerden, bitkilerden ve yapraklardan oluşan bir kıyafet giyer ve dans etmeye başlar. Öyle coşkulu, öyle eğlenceli dans eder ki bir süre sonra üzerindeki çiçekleri saçar ve çıplak olarak dansına devam eder. Bu eğlence karşısında çevredeki herkes kahkahalarla güler, keyifli gürültüyü duyan Amaterasu ise iyice meraklanır. Mağarasından çıktığında ise karşısına konmuş olan aynadan, tanrıça Ame no Uzume’yi görür. Bu olaydan sonra ise bütün kötülük geçer, karanlıklar aydınlığa; kısa süreli kaos ise huzura dönüşür.
İşte bir gelenek-kült haline gelen Kagura dansının dayandığı mit budur. Dans, Mai ve Odori olarak iki önemli aşama halinde incelenmelidir. Mai, daha muntazam ve ağır hareketlerin izlendiği durağan bölümdür. Burada dinamizmden ziyade sükûnet vurgulanır. İkinci kısım olan Odori’de ise dans hızla ritim kazanır, daha hızlı akan, birbiri ardına gelen zıplama ve çeşitli hareketler devreye girer. İşte bu bölümün sonundaki an, basit bilincin sınırlarından kurtulup tanrısallığa, o farklı bilinç boyutuna varılan vecd anıdır.
Kagura dansının Odori kısmındaki ‘yukarıdaki’ ile olan iletişim tek yönlü değildir. Dansı icra eden kadın, gök ve yeri birleştiren bir aracı haline gelir; ruh ve bedenin birbirleriyle olan bağı çift taraflıdır. Nasıl ki buradaki kadın, farklı bilinç boyutuna geçip Kami mertebesine çıkabiliyor, onu algılayıp deneyimleyebiliyorsa; ayni şekilde Kami de bu noktada o kadının bedenini ele geçirir. Bu, “Kamigakari” olarak adlandırılır.
Mimetik Bir Sanat Olarak Kagura
Mimesis (μίμησις, mīmēsis), animizmi barındıran inanç sistemlerindeki ritüellerin yorumu için doğru bir kavram olacaktır. Mimesis; ifadenin eylemi, şeyin temsili, imitasyon ve taklit kavramlarıyla örtüşen bir terimdir. Aristoteles, mimesisi, ‘kusursuz olan doğanın kusursuz bir imitasyonu’ şeklinde tanımlamaktadır. İnsan, dürtüsel olarak sanat yaratma eylemini içinde barındıran bir varlıktır. Bunun için ise gerçekliğin, ideal olanın bilinmesi gerekir ve yaratılan sanat kusursuz ideaların birer yansıması, temsili olur. Mimesis, anlatıdan ziyade eylemeye yönelik bir etkinliktir. Trajedi, o dönemden günümüze bunun en -deyim yerindeyse- kanlı canlı örneğidir.
Kagura dansının ortaya çıktığı anlatıya bakıldığında, daha sonrasında Amaterasu’nun atribülerinden olacak ‘ayna’ sembolizmi, mitin belki de mimetik yöne sapan bir dönüm noktasıdır. Amaterasu, mağaradan çıktığında, dans eden Ame no Uzume’yi doğrudan değil, bir ayna vasıtasıyla görür; yani eylemin bizzat kendisiyle değil yansımasıyla karşı karşıya kalır. Bu dans, ritüel haline dönüştüğünde ise dansçı kadının eylemi, direkt olarak temsile ve taklide dönüşür. Bu mitteki Ame no Uzume’nin taklidini yapmakta, ifadesini ‘yeniden’ ve aynı şekild eyleyerek göstermektedir. Bu, Japon kültüründe, Şintoizm’de, Budizm’de olduğu gibi pek çok inancın içinde yerini almış bir eylem, bir gayedir: ideale, kutsala, tanrısallığa ulaşmak.
“Bizim bedenlerimizi de içeren evren, canla yani ruhla; can zihinle, zihin ise Tanrı’yla doludur.” der Hermes Trismegistus. Doğulu bir bilge olan Hermes Trismegistus’un felsefesi, Kagura dansının özüne benzer bir şeyler barındırır. Aynı öz, tarihöncesi zamanlardan başlayarak mitik anlatılara uzanır, daha sonra ise Rönesans’ta Doğu düşüncesinin de yeniden keşfiyle modern dünyayı etkileyecek olan mikro-makrokozmos düşüncesine dek gider. İnsan, içinde küçük bir evreni barındıran, büyük evrenin bir parçası olup onunla uyum halinde yaşayan bir canlıdır; bu yüzden ruh, zihin ve beden daima evrenle uyum halindedir. Bu yüzden, insan yukarıda olanın yani tanrısallığın da bir parçasını potansiyel olarak içinde barındırır. Onu aramak, bulmak ve ona ulaşmak amacı güder. Tanrıçasının eylediklerini taklit eden Mısırlı da, Dionysos’u onurlandırmak adına şarap içip ona kısmen ulaşan Yunanlı da, bedeninde evrenin dinamizmini yeniden canlandırıp çevresinde dönerek sonunda esrime haline ulaşan Semazen de, coşkuyla dans ederek miti fiziksel olarak yeniden aktaran Kagura dansçısı da bir noktada benzer şeyler yaparlar. Beden, bu insanların her birinde küçük bir evrendir ve onu büyük evrenle uyumlama gayesi hepsinde vardır.
Kagura dansçısı, anlatıdaki Ame no Uzume’yi yeniden ifade eder, farklı zamanlarda dans eden kişilerin ortak noktası, bu taklittir. Önce sessizlikle, daha sonradan ise bir coşkuyla devam eden dansın sonunda esrime gerçekleşir ve insan, Kami ile; Kami ise yeryüzündeki insan ile birleşir. Bu çift yönlü geçiş, sonsuz bir uyumu içinde barındırır. Böylelikle kendi bilincinden ve bedeninden bir anlık sıyrılmış olan ruh, yukarıdaki tanrısal ruhu, Kami’yi deneyimleme, onu bilme fırsatı bulur ki hakikat de tam olarak bu anda kendini gizler.
*Corpus Hermeticum, Hermes Trismegistus